“Zamana inanın. Shakespeare bir sonesinde şöyle demiş: ‘Zaman kralların fermanını bile değiştirir / Kutsal güzelliği karartır, sivri niyetleri köreltir’.”
“Ne güzel söylemiş. Bizim Kaptan da ‘İnsan susmazsa zaman konuşmaz’ demişti.”
“Güzey”, 1985 doğumlu Mehmet Can Şaşmaz’ın ilk romanı. İstanbul’da psikoloji eğitimini tamamlamış yazarın ilk öyküleri Adam Öykü, Notos, Kül Öykü, Sanat Cephesi, Mavi Melek, Tigris ve Bajar dergilerinde yayımlandı. İlk öykü kitabı Çeşitli Yalnızlık Söylentileri ise 2008 yılında Pan Yayıncılık tarafından basıldı. Yazar Edirne’de psikolog olarak çalışıyor.
Mehmet Can Şaşmaz ilk öykülerinde samimi bir dille, insanı, insanın fiziksel ve ruhsal yalnızlığını anlatmış. “Satırlarını dolduramadığı ilkokul defterine” ithaf ettiği bu kitap karamsar bir havaya sahip görünmekle birlikte, bazen karakterlerin hayalinde bazen de onların gerçekliklerinde geçen diyaloglar son derece zengin ve öyküler her birimizin hayatına göz kırpar nitelikte. Mehmet Zaman Saçlıoğlu da kitaptan “umut verici” olarak övgüyle bahsetmiş.
Yazarın ilk romanı oldukça vurucu bir şekilde başlıyor. İntiharların önünün alınamadığı, yani halihazırda huzursuzluğun kol gezdiği bir kasabada Kaymakam Ekber, korku salan sesiyle canına kıyanların cenaze namazlarının kılınmasını yasaklar, mallarına el konulmasını buyurur. Zihinlerinden intihar fikri çıkmayan, yaşadıkları her olumsuzluğu kendi lanetlenmişliklerine bağlayan bir kasaba halkına yardım etmesi için gönderilmiştir aslında Ekber Bey. Fakat kasabanın tepesinde düştü düşecek gibi duran kocaman kaya, korkuyu yıllardır insanların içine öyle bir yerleştirmiştir ki, artık intiharlara yol açan şey yalnızca hayatlarındaki umutsuzluk ve çaresizlik değildir.
Söylenenlere göre sahip olduğu doğaüstü güçlerle savaş zamanında kasabalının koruyucusu olmuş Efsun Nine durumu kaymakama açıklar: “Dağın kuzey yamacı mesken tutulur mu? Tutulmaz, soğuk olur, gölgede olur, verimsiz olur; güzey denir! Ne var ki harp zamanı burası en güvenli yerdi. Üstelik tepedeki dev kaya, altında, gölgesinde, bizi gizlemek ister gibiydi. … Harp bitince top seslerinin yerini kayanın uğultusu aldı. Sesini duyunca başka türlü de görünür oldu. Korkuyorduk. Bir gece kaya yerinden kopacak ve bizi böcek gibi ezerek öldürecekti. … İşte bu yüzden her gün ölmek yerine birisi bir gün ölmeyi tercih etti”. Fakat bildiğini okumakta ısrarcıdır Kaymakam Ekber. İntihar etmeyi düşünenleri, hattâ “Allah canımı alsa da kurtulsam” diye yakınanları bile kendisine ihbar etmeyi zorunlu kılmıştır.
Kitabın belli başlı birkaç karakter üzerinden ilerlediğini söylemek güç. Güzey daha çok, intiharların ekseninde, ölümle yaşam arasında gidip gelen hayatları, geçmiş ölümlerin bireylere verdiği süregelen acıyı, ölümlerin, mutsuzlukların yanında bir umut –hatta onurları pahasına- hayata tutunmaya çalışan insanları, yoksulluğun çaresizlikle ne kadar iç içe olduğunu anlatıyor. Kasabalının ağabeyi saydığı Kaptan canına kıymasın diye kaçakçılık yaptığını bildiği Akçalı’dan yardım isteyen Devran, tombalacılıkla hayatını kazanmaya çalışan, sevdiği kadın onu terk edince sonsuz bir bunalımın eşiğine sürüklenen Emin, intiharın eşiğinden döndürülen fakat her gece tepede yalnız başına oturup düşünen, ağzını bıçak açmayan Osman, kocası Almanya’dan dönmediği için kendini yiyip bitiren ablasıyla, yıllar önceki meselesi yüzünden arası açık, kasabanın yakışıklı delikanlısı Celal, her intihar vakasında ilçeden gelen Savcı Azmi, kasabalıların hayatına renk gelsin, mutlu olsunlar diye açılan tavernada dans eden, izlemeye gelenlerin şehirli-kasabalı ikileminde çarpıcı biçimde bocalamalarına sebep olan güzel kadınlar…
Neredeyse tüm karakterlerin geçmişleriyle yarım kalmış bir hesaplaşmaları var. Kiminin annesi ya da babası canına kıymış, kimisi sevdiğinden ayrı düşmüş, kimisinin bitmek bilmeyen geçim derdi canına tak etmiş, kimisi de eski yaralarını kapatmak için yollara düşüp gelmiş. Ancak hepsini o kasabaya bağlayan aslında tek bir şey var: Çaresizlik. Biz de kitap boyunca benliğimizi saran bu duyguyla -her an olayların akışının değişebileceğini hissederek- adeta diken üstünde okuyoruz kahramanların psikolojik savaşlarını. Bu gelgitlerde boğulmadan ilerlemeyi başardığımızda ise bir hayvanın kendi canına kıymasına bile şaşıramayacak kadar kitabın derinliklerine inmiş oluyoruz. Tüm bu keder kasabalıyla birlikte benliğimizi de esir etmeye giriştiğinde uzaktan bir umut ışığı beliriyor. Her ne kadar karakterlerin pek çoğu umudun insanın başına gelebilecek en kötü şeylerden biri olduğunu düşünse de kasabalının keyfini bir parça yerine getireceği düşünülen tavernanın açılmasıyla, bir de Ekber’in cezalarını azaltma ihtimali olan Psikolog Samet’in kasabaya gelişiyle bir nefes alıyoruz.
Samet ise -tam da kitabın havasına uygun olarak- kasabaya içinde bin bir sıkıntıyla varacaktır. “Bir yolcu yanında biri olmadığı zaman ya da gittiği kimse olmadığı zaman değil, ardında bekleyen birini bırakmadığı zaman yalnızdır; çünkü yola yalnızlıktan çıkmıştır,” diye düşündüğünde onun da çözemediği sorunlarını geride bırakmaya çalışarak geldiğini anlarız. Yine de psikoloğun gelişiyle kasabada hava değişir; Ekber’in kararlarına karşı çıkamasa da onun kadar etkili olabilecek bir insan, umut getirmiştir evlere. Ancak kendisinden beklenenler, Samet’in elinden gelenleri aşınca yine bir gerginlik sarar kasabayı. Biz de aklımızdaki sorularla olduğumuz yerde kalırız: İnsanların zihinlerine yıllardır işlemiş korku silinebilecek gibi midir? En önemlisi, ölümle yaşam arasındaki çizgide gidip gelen düşünceleri susturmanın bir yolu var mıdır?
Mehmet Can Şaşmaz, her bir karakterin kendine ait huzursuzluğunu sürükleyici bir üslupla bizlere aktarıyor. Belki de çoğumuza yabancı gibi gözüken küçük bir kasabadaki hayatları incelikle ele alıp neredeyse her ayrıntının gözümüzün önünde canlanmasını sağlıyor. Yine de belirtmekte fayda var, kitapta çok fazla karakter yer aldığı ve karakterler çok canlı olarak önümüze serildiği için kitabın sonuna geldiğinizde tamamlanmamışlık hissine kapılabilir, sona ermemiş bazı hikayeleri merak eder durumda kalabilirsiniz. Fakat roman, korkunun bireyler üzerindeki geniş çaplı ve uzun süren etkisini hissettirmekte oldukça başarılı.
Pelin Savtak – edebiyathaber.net (17 Eylül 2014)