Sedat Sezgin’in “Tanrı’nın Kahkahası” adlı romanı KDY etiketiyle yayımlandı.
Tanıtım bülteninden
Edebiyat Haber, Oggito ve Demokrat Haber gibi sitelerde okumaları üstüne yazdığı yazılarıyla tanıdığımız Sedat Sezgin, Tanrı’nın Kahkahası’nda Kürtlerin Sittî ile Ferxiq adlı destansı masalının izinden giderek ölümsüz aşkın peşine düşüyor; modern insanın kent ile taşra arasında sıkışıp kalan yerini/arzusunu ve aynı insanı birbirleriyle olan ilişkilerindeki sadakatsiz ve sığ duygularla örülmüş halleriyle hesaplaşmasını anlatıyor.
Tadımlık: “Anlatılarımız ya da kelimelerin büyülü gücüne yükleyip hikâyeleştirdiklerimiz yaşadıklarımız mıdır, yoksa yaşamak istediklerimiz mi? Bu yapıttakilerin ne kadarı kurgu ne kadarı gerçek, buna verebilecek bir yanıtım var mı; o ince çizgiyi görebilmek mümkün mü yani? Hayır, benim yanıtım henüz yok, belki bir gün sizin olabilir. Ama zaten anlatılarımız ya da yaşadıklarımız gerçeğin ve kurgunun iç içe geçtiği bir dünya değil midir çoğu defa? Hangi katı gerçeği anlatırsak anlatalım, tıpkı bir yemeğin tuzu-sosu gibi içine az da olsa düş katmadan durabiliriz miyiz ya da tam tersi, hangi düşü anlatırsak anlatalım, içine az da olsa gerçeğin o katı içeriğinden eklemeden oldubitti diyebilir miyiz?
Thomas Bernhard mı demişti, yoksa Don Quijote miydi, ah anımsamıyorum, yoksa bu da mı kurgu, “Hiçbir şey abartısız anlatılamaz,” diye.
Köyüm, çocukluğum, büyükannem (benim birçok büyükannem oldu sahiden, oradaki her ihtiyar kadın büyükannemdi), gerçek ve düş o kadar iç içe ki… Evet, ben Sittî’yi dinledim, Ferxiq’i de. Aşkı onlarda yücelttim. Yıllarca ve hâlâ öyle… Aşk sözcüğünü tesadüfen bile duysam buğday sarısı saçları omuzlarına düşen bir kadından ya da bir Budist rahibi gibi dünyaya kayıtsız bakan birinden; hatta o an geçmekte olduğum sokakta bir pazarlamacı kamyonetinin hoparlöründen bile dillendirilse onları düşünmeden duramıyorum. İstedim ki benim hissettiğim duyguları siz de hissedin.
Ama aşk gelmiş geçmiş en güçlü duygu yoğunluğu değil midir zaten? Aşksız bir destan düşünebilir misiniz ya da aşksız bir sanat? En korkunç canavarların geçtiği masallarda bile aşk olmak zorundadır.
Ah, aşksız bir insan, betondan daha katı olmalıdır! Âşık bir insan toprak kadar derin ve doludur oysa. Büyük bir kentteyseniz ve hızla hareket etmekte olan bir metro ya da otobüsün içinde oturuyorsanız, özel aracınızın arka koltuklarında dinleniyorsanız, hayır, bu hız çağında fazla zamanınızı çalacak değilim; koltuğunuza iyice kurulun, gözlerinizi bir süreliğine de olsa o gökdelenlerden uzak tutun ya da siz bilirsiniz, isterseniz bir gökdelenin tepesine çıkıp çevrenizi kuşatan beton yığınlarına bakın; boşuna aramayın düş göremezsiniz. Hayır, ben Calvino gibi söz cambazı değilim. Betondan gözlerinizi ayırın, kısa bir süreliğine, kırların pak ama bir o kadar da acımasız hikâyelerinden birine tanık olun.
Ah, koltuğunuza kurulmuş sıcacık çayınızı yudumluyorsanız, ki tercihim budur, muhtemelen çay fincanınızın dibi göründüğünde bu kitabın da son sayfalarını okuyor olacaksınız ve temennim odur ki uyanıkken de düş görmenin tadına varırsınız, tıpkı benim gibi, kim bilir belki de bu ne ilki ne de sonu olur sizin için de.”
Arka kapak yazısı:
“Büyükannenin adı neydi?” diye soruyor karım.
“Pelêavê,” diyorum.
Karım telefonunu çıkarıp büyükannemin mezarıyla benim fotoğrafımı çekiyor ve aşağıdaki notla sosyal medyadaki sayfalarında paylaşıyor:
“Bir çağın sonu.”
Tanrı’nın Kahkahası; geçmiş ile gelecek, taşra ile kent arasında sıkışıp kalmış ruhlara yakılmış bir ağıt ve destansı bir aşk hikâyesi…
Kuşkusuz ilerde klasikleşecek olan bu kitabı elinizden bırakamayacaksınız.
edebiyathaber.net (13 Temmuz 2020)