“Bayanlar baylar, bir bedene sahip olduğumuz için ölüyoruz ve her ölüşümüzde bir kültür sönüyor.”
Elimde bir kitap var. Kapağında bir ekorşe görseli. Adı: “Bedenin Güncesi”. İlginç geliyor. Sayfalara göz gezdiriyorum. Hemen bir uyarı çıkıyor karşıma. (+18) gibi bir uyarı bekliyorum ama öyle olmadığını anlıyorum hemen. Daniel Pennac diyor ki; “kadim dostum Lison, sıkıntı veren hediyeler konusunda ustadır… Elinizde tuttuğunuz, onun son hediyesi… masaya, henüz yeni ölmüş babasının ona bıraktığı defterleri yığıverdi… Lison’un babasıyla hayatımda beş altı defa karşılaşmıştım… Onun hakkında tahmin edemeyeceğim tek şey, ömrü boyunca bu sayfaları yazması olurdu! … Gizliliğinin korunmasını talep eden oldukça ünlü birinin kitabının yayınlanmasını bir editörden istemek kolay bir şey değil! Kitabın dürüst ve saygıdeğer işçisinin bu eserine el koyduğum için vicdan azabı çekmeli miyim? Buna kendiniz karar vereceksiniz.”
Ben, kararımı daha kitaba başlamadan vermiştim. Başka hayatlar hep merak edilir; ilgiyle izlenir. Bizi hiç ilgilendirmese de, başkalarının hayatları üzerine düşünürüz, yorum yaparız hatta akıl bile veririz. Bu tanıklık, kimi zaman gözetleme eylemine döner; içinde barındırdığı gizemle cezbedicidir de. Öyle olmasaydı, hayatımızı Panaptikon’da bir hükümlü gibi yaşar mıydık? Demem o ki, Daniel Pennac’ın vicdanı rahat olsun. Yayınlamak doğru bir karar.
Bedenin Güncesi, bir erkek bedeninin günbegün gelişiminden söz ediyor gibi görünse de; bedenle birlikte değişen yaşamın güncesi aslında. Oğul olmakla başlayan, büyükbaba olarak sonlanan; 87 sene 19 günlük bir ömre tanıklık ediyoruz Bedenin Güncesi’nde…
Günlüğün yazarı, “bedeni ruhtan ayırt etmeye, bundan böyle bedenimi hayal gücümün saldırılarına karşı korumaya ve hayal gücümün yersiz çıkışlarına karşı beni korumaya gönül veren bu günlüğe…” diyerek neden günlük tutmaya başladığını ifade ediyor. Daha en başta, okura, bedeniyle ilişkisini gözden geçirmesine sebep olacağının sinyalini veriyor. Sahi bedenle ruh birbirinden ayrılabilir mi? Bu, başka bir yazının tartışma konusu olmalı!
Yazar, yaşamı aralıksız sorguluyor. Şöyle ki; bir sıcak banyo sonrası, “Bu kadar insan kirinin nereye gittiğini hiç kendine sordun mu? Temizlerken neleri kirlettiğimizi? ” diye düşünen ve soran birinden söz ediyorum. Gülüp geçmek de mümkün, üzerine durup fiziki anlamının dışında sorduğu soruyu düşünmek de… Ben devam etmeyi tercih ediyorum. Zaten o da, günlüklerini armağan ettiği kızına, “Sorgulamanın sonunu görmeyeceksin. Yetişkin olduğun zamanda bile. Çok yaşlı olunca bile. Bunları unutma: Duyularımıza inanmamız için hayatımız boyunca çaba sarf etmeliyiz.” diyor.
Kitap bitince, kendi kendime sordum: Aklında ne kaldı? Yazarın; annesinden daha şefkatli, ilgili, sevgi dolu bakıcısı Violette’in ölümünün acısı kalmıştı aklımda. Tek tek saydım. Tam 214 defa aynı cümleyi yazmıştı: “Violette öldü!”, “Violette öldü!”… O anı yani nasıl bir duyguyla bu cümleleri yazdığını okurken yaşadım. Hayatının henüz 14. senesi, 10. ayı, 28. gününde; buğday tenli, kumral saçlı, yuvarlak yüzlü, orta boylu ve kahverengi gözlü bir genç erkek; loş ışıkta, ahşap masasında, hıçkıra hıçkıra ağlayarak, hırsla, acıyla, isyanla, birkaç dakika içerisinde yazmıştı 214 kez aynı cümleyi. Öyle dolu ağlıyordu ki, gözündeki yaşlar bitince, hissettiği her şey de bitecek ve derin bir uykuya dalacaktı… O gün, “Bitti” diyerek son bulmuştu günlük.
“13. sene, 1. ay, 8. gün: Ben ise bugün yazdıklarım, elli yıl sonra bana aynı şeyleri söylesin istiyorum. Tamamen aynı şey!” diyor yazar. Bir okur için, o an, durduğu yerden kendisine bakması – varsa elli sene öncesine gitmesi – mümkün. Geride kalan dostlar, bugün yabancı olunmuş aşklar, değişimine asla inanılmayan yoldaşlar… Bir yaşam boyu, aynı şeyi söylemek mümkün mü gerçekten? Yoksa bu zamana karşı direnişi mi ifade ediyor?
Kitap soluksuz okunuyor. Son merak ediliyor. Bazen gülünüyor, çokça düşünülüyor. Kimi cümleler akla kazınıyor. Kabuk tutmuş yaralar acıyor. Unutmuştum denen ne varsa dün gibi anımsanıyor. Tanınmayan bir beden, bilinmeyen bir yaşam öğreniliyor. Bir de bakılıyor ki, okur kendini çıplak bir halde aynı karşısında buluyor.
“…ruhun dikkatini dağıtıp acıyı unutmasını sağlarsak yaralı kişi hiçbir şey hissetmez.” diyen günlük yazarına aynaya ilişmiş ekorse görselinden göz kırpılıyor.
Selnur Aysever – edebiyathaber.net (28 Mart 2016)