Ölümsüz olmayı düşlediniz mi hiç? Yüzyıllar boyunca yeryüzünde kalabilmeyi, nefes alabilmeyi… Dünya nasıl bir yer olurdu acaba? Yine böyle bir şeylere yetişebilmek adına telaşlanır mıydık, giden zamanın peşi sıra koşuşturur muyduk? Yoksa ne acelemiz var canım, diyerek yan dönüp yatar mıydık? Açıkçası bunu hiç düşünmemiştim. Düşününce de ürktüm. Sürekli artan ve hiç eksilmeyen bir nüfus sayısı. Elimizde kalan bir avuç yeşilin yerinde de gereksinimi karşılamak bahanesiyle yükselen yapılar. Kıt kanaat yetirebildiğimiz suyun milyonlarca yeni ortakları. Sokaklara sığmayan otomobiller ve bu otomobillerin egzoz gazları vs.
Yine savaşlar olur muydu, onu da merak ettim doğrusu! Sanırım doğanın böylesi bir dengesinin olması daha iyi. Doğumlar, ölümler, yenilenen yaşamlar. Ama hepsinin zamanlıca olması koşuluyla!
Çocuk edebiyatının unutulmaz klasiklerinden “Ölümsüz Aile”yi bir kere daha okurken düşündüm bunları. Natalie Babbitt’in milyonlarca çocuğa ulaşan bu eseri şimdilerde İş Kültür Yayınları etiketiyle çocukların beğenisine sunuluyor.
Issız bir ormanın ortasında, suyundan içene ölümsüzlük vaadeden bir pınarın etrafında dönen yaşamları anlatıyor Babbitt. Bu pınarın suyundan içerek ölümsüzlüğe kavuşan ama nedense ölümsüz olmaktan pek hoşnut olmayan bir aile, Tuck ailesi. Ve bir gün pınarın başına gelen bir genç kız. Tuck’lar, bu kızın pınarın suyundan içmesine engel olmak; akıp giden dünyanın, sürekli değişen bir doğanın parçası olmanın ne kadar güzel bir şey olduğunu kanıtlamak istemektedirler. Ama genç kız sırrı öğrenmiştir. Ve Tuck’lar bu genç kıza mutlaka engel olmalıdır. Bundan sonrasında heyecanlı bir serüven çocukları bekliyor.
Tuck’lar genç kıza engel olabilecekler mi? Bunu nasıl başarabilirler? Sarı takım elbiseli adam kim, nasıl ortaya çıktı? Sırrı o da biliyor mu? Peki, ölümsüzlük vaat eden pınar hâlâ yerinde mi? Pınarın da içinde yer aldığı koru hâlâ aileye mi ait? Ya da başka bir şekilde soracak olursak, koru hâlâ duruyor mu? Yoksa TOKİ(!) oraya da girdi mi? Heyecanı öldürmeyelim, yanıtları kitaptan okusun çocuklar. TOKİ deyince korunun akıbetini anlamışlardır ama…
Korudan ve ölümsüzlükten konuşurken Yırca Köyü’nde katledilen 6.000 (altı bin) zeytin ağacını da anımsamamak olmaz. Barışın simgesi, doğal yeşilimiz zeytin ağaçlarını gözlerini kırpmadan söküp attılar yerlerinden. Ölümsüzlüğün değil belki ama uzun yaşamamın etkenlerinden zeytinyağının kaynaklarını söküp attılar. Söylenecek çok şey var tabi ama özüyle söylemek isterim sözü. Sadece yaşamayı değil yaşatmayı da amaçlayan insanların egemen olduğu bir dünyadır dileğimiz.
İş Kültür ve klasikler aynı tümcede anılınca okunacak çok kitap, söylenecek çok söz var demektir. Bu kitaplardan biri de Anna Sewell’ın “Siyah İnci”si. Atlar üzerine yazılmış çok kitap olsa da “Siyah İnci” bir başka. 150 yıldır varlığını güncel kılabilmesi de bunun kanıtı sanırım.
Büyük bir çiftlikte doğan Siyah İnci çok akıllı bir taydır. İyi kalpli sahipleri tarafından güzel bir ortamda büyütülmüştür ve iyi huylu bir at olmuştur. Tabii ki o da bir metadır ve kapitalist sistemin doğası gereği bir gün bir başkasına satılmıştır. İnsanların hayvanlara karşı ne kadar kötü davranabileceğini de böylelikle öğrenmiştir. Günümüzde insanların (!) insanlara ne kadar kötü davranabildiklerini görseydi halinden şikâyetçi olmazdı sanırım. Ama her defasında kötü insanlarla birlikte hayvanları seven iyi kalpli insanlarla da karşılaştı Siyah İnci.
En sevilen hayvan hikâyelerinden olan ve dört kitaplık bir bileşim olan kitapta maceralarını yine Siyah İnci’nin ağzından okuyoruz.
Mehmet Özçataloğlu – edebiyathaber.net (25 Kasım 2014)