Onları ilk kez komada yatan Berkin’in durumunu kamuoyuna duyurma umuduyla bir basın açıklaması için Taksim’e indiklerinde görmüştüm. Sami Elvan ve kızı Taksim’in her zamanki hayhuyu, tetikte bekleyen TOMA’lar, sivil-resmi polislerin arasında birbirlerine tutunarak yürüyorlardı. Tedirginlerdi.
Onlara destek vermeye gelmiş olup arada bir slogan atanların arasında acılı yüzleri kımıltısızdı. Gezi eylemlerinden beri Taksim’i geçilmez kale olarak ilan etmiş olan polis bir kez daha gazlı silahları ve TOMA’larıyla basın açıklamalarına engel olduğunda, yüzlerindeki keder daha da derinleşmişti. Sami Elvan ve kızı, yanlarında avukatları, suya ve gaza karşı korumasız, kol kola girmiş, uzaklaşıyorlardı meydandan.
Sonra, Berkin’in uyanacağı umuduyla her gün başka bir köşeden insanların gelip bahçesinde beklediği Okmeydanı’ndaki hastanenin önünde anne Gülsüm Elvan’la karşılaştım. Çalıştığım (Almanya’da yayın yapan) radyoda yayınlanmak üzere Berkin’in son durumunu anlatan bir röportaj için oradaydım. Eski, bildikleri yaşamları çoktan sona ermiş, yeni bir mücadeleyle baş etmek zorunda olan bir aile… Her gün hastanede hastane personeliyle birlikte Berkin’in günlük temizliğini yapıyor, her yeni günde ufacık bir uyanma belirtisiyle karşılaşmayı umuyorlardı. Belki gözü kıpırdardı bugün Berkin’in, eli, parmağı oynardı farklı bir şekilde, ağzından ani bir ses çıkardı… Doktorların Berkin’in uyansa da eskisi gibi olmayacağı uyarılarına rağmen her gün, her an umutla orada duruyor, onu da alıp eski yaşamlarına geri dönmeyi diliyorlardı.
Gülsüm Elvan’la yan yana oturduk hastanenin bahçesinde. Acının insanı nasıl da hızla yaşlandırabileceği gerçeğini kanıtlayan, henüz genç ama çökmüş bir anne. Ama o oğlunu anlatırken onun sevgiyle ışıldayan gözlerinde şakacı, çocuklarıyla çocuk olabilen, ağız dolusu gülebilen bir kadını hayal edebiliyordum. Berkin’in sabah kalkıp okula gidişini görüyordum mesela, mahallelerinin parkında beslediği köpeğe göz atışını, hafta sonları evlerinin bir sokak üstündeki fırından ekmek alışını. Sıcak ekmeğin arasına konan peynire iştahla sarılırken bir yandan da belki hevesle bir şeyler anlatışını duyuyordum. Sonra sahandaki yumurtanın sarısını kimin yiyeceği gibi ufak tefek mızmızlanmalarla geçen kanaatkâr bir aile sofrasını getiriyordum gözlerimin önüne. Evet, bir kahvaltı sofrası ve sıcak ekmek düşüyordu usuma çünkü sonun başlangıcı bu ekmek ve sofra fikriyle gelmişti. Berkin’in vurulduğu 16 Haziran sabahı Gülsüm Elvan günlerdir sokaklardan içeriye giremeyen ailesi ve akrabaları, eşi dostu için (Evet, o günlerde giremiyor, sığamıyorduk evlerimize, sokaklar kaynarken hardallı gazın kokusu duvarlarımıza bile sinmişken hiçbirimiz gözünü kulağını dışarıya kapatmış televizyonların karşısına geçemiyorduk) bir kahvaltı sofrası hazırlayacaktı. Berkin’se ekmek almaya gitmişti.
O gün kırık dökük cümlelerle oğlunu anlatan Gülsüm Elvan, onun uyanacağına inanıyordu. Uyandığında belki de onun bir öğretmenine anlatmış olduğu o sevdiği kızın kim olduğunu öğrenecekti, oğlunun aşk sancılarını nasıl gizlediğine tanık olacaktı sonra, kim bilir, içi cız edecek, artık okşanmak istemeyen ergen oğlunun saçlarını okşayacaktı sevgiyle ve “Üzülme, bu da geçer oğlum!” diyecekti.
İşte ben o gün Gülsüm Elvan’a mikrofonumu tutarken, hemen yanı başımızda yaşlı bir kadın ikide bir söze karıştığı için kadının susmasını beklerken, onlara her gün destek için hastane önüne gelen Nişantaşılı bir kadınla konuşurken, tüm bunların yaşanacağına Gülsüm Elvan kadar inanıyordum. Sanki Gülsüm Elvan’ın sesi Almanya’nın semalarına kadar ulaşırsa, evren vicdana gelip Berkin’e can verecekti. Bu yüzden, umudu hiç elinden bırakmayan bir annenin ağzına dayadığım mikrofonum benim de umudum ve gururumdu o gün.
Ama Berkin uyanmamış, 14’ünde girdiği hastanede 15 yaşında, on altı kiloya inmiş olarak ölmüştü. Cemevinin bulunduğu sokağa sığamayan kitle sloganlar atarken Gülsüm Elvan içeride ağıt yakıyordu. Elimde mikrofon, duruyordum kadınların arasında. Ama bu kez açamıyordum mikrofonu, açsam da ağıtlara uzatamıyordum onu. Ağlıyor ve utanıyordum ve bu utancımın bir annenin oğlunun arkasından yaktığı ağıta mı yoksa işini yapmak zorunda olup o mikrofonu uzatması gereken kendime mi, bilmiyordum. Aslında tek istediğim o kadınların arasında oturmak ya da cemevinin önündeki kalabalığa karışmadan, köşe başlarında sessizce dikilmiş “burası bir yas evi, biz de yas tutmaya geldik,” diyen insanlar gibi bir köşede durup sessizce yas tutmaktı. Ama çalışıyordum, izlenimler topluyor, insanlarla konuşuyor, sessiz olamıyordum. Ne o gün ne de Berkin’in cenazesinin defnedildiği ertesi gün.
Defin gününün akşamı, radyoda canlı yayında, Gezi eylemlerindeki kalabalığı hatırlatan bir kalabalıktan söz ediyor, polisin bir kez daha TOMA’ya ve gaz fişeklerine sarıldığını, Berkin’in daha yeni defnedildiği mezarlığın yanı başındaki sokakların, caddelerin birer savaş alanına dönmüş olduğunu anlatıyordum. Hiçbir siyasi inancın başaramayacağı, ancak öldürülmüş bir çocuğun vicdanlarına seslenmesi sonucu sokaklara dökülmüş kitleler karşısında kapıldığım umuttan, evet o insana dair umuttan, bir ölünün arkasında sessizce yas tutamamanın utancından, cenaze daha gömülür gömülmez üzerimize püskürtülen su ve gaz karşısında duyumsadığım öfke ve çaresizlikten söz etmiyordum. Daha başka şeylerden de söz edemiyordum radyoda. Mesela beni Kurtuluş’tan Okmeydanı’ndaki cemevine götüren mahallemizin Taksi şoförünün Berkin’i uğurlamaya giden sokaklardaki kitleyi işaret edip “Ben daha fazla yaklaşmayayım hanımefendi, sonra döverler möverler beni,” deyişi karşısında nasıl şaşırdığımı, sonra “Niye ben de onlara katılacağım şimdi, gücüm yetmez ama ben mesela, sizi döver miydim?” diye tepki gösterdiğimde, şoförün “Estağfurullah siz Alevi misiniz ki?” deyişini… Bu ülkeyi yönetenlerce yerleştirilmeye çalışılan bir kanının karşısında nasıl çaresiz kalakaldığımı, çaresizliğimin nasıl öfkeye dönüştüğünü…
O gün radyodaki işimi bitirmiş, siren sesleri, gaz kokuları, ıslak kaldırımlardan sıyrılıp eve atmıştım kendimi ve oğlunun severek oynadığı misketleri mezarına koymuş olan Gülsüm Elvan’ın başbakanca nasıl meydanlarda yuhalatılmış olduğunu öğreniyordum. Utanıyor, öfkeleniyor ve yine yas tutmayı unutuyordum. Sonra hayatın sertliği karşısında tek çare olarak gördüğüm edebiyatın içine kaçmak istiyor, bir hikâye anlatarak, kurgulayarak unutmaya çalışıyordum gerçeği.
Ama gerçeklik o kadar sert ve kaba ki şu aralar, uydurabileceğimiz her hikâye, ona uygun düşebilecek her sözcük inandırıcı olmaktan uzak, bugünle ilgisi olmayan bambaşka bir metin ise yeni bir utanç kaynağı sanki. Çünkü bu ülkede çocuklar ve gençler öldürülürken ve analarına bildikleri şekilde onlara veda etmeye ve yas tutmaya fırsat verilmezken, yazabileceğimiz her hikâye, seçtiğimiz her çarpıcı sözcük boş ve anlamsız bugünlerde.
Menekşe Toprak – edebiyathaber.net (21 Mart 2014)