Birbirinden farklı onlarca karakterin bir araya geldiği Konstantiniyye Oteli, geçtiğimiz Mayıs ayında Doğan Kitap etiketiyle raflardaki yerini aldı. Zülfü Livaneli tarafından kaleme alınmış olan romanda, Türkiye’nin zengin ve saygın iş adamlarından Ergun Bereket ve Rus iş adamı Hamzatbekov’un ortaklığı ile açılan ve Ergun Bereket’in asistanı Zehra’nın idaresini üstlendiği yedi yıldızlı bu lüks otelin açılış davetinde geçen kurgu okuyucuyu, İstanbul’un henüz ‘Konstantiniyye’ olduğu zamanlara götürüp tekrar bugünün İstanbul’una bırakıyor, yolu Konstantiniyye’den geçmiş ölüleri de konuşturuyor, henüz toprağa karışmamışların İstanbul’unu da tüm gerçekliğiyle gözler önüne seriyor.
Kitabın başında yer alan açılış davetiyesi, okuyucunun görkemli bir otelin kapısından içeriye girmesini sağlıyor. Okuyucuya açılan bu kapıyla, yalnızca Ergun Bey’in ya da Zehra’nın veya Rus Hamzatbekov’un hayatı değil, davete katılmış üç yüz kadar zengin, kalburüstü ve çoğunlukla ünlü insanların hayatlarıyla birlikte, garsonların, güvenlik görevlilerinin, komilerin ve hizmetlilerin yaşam öyküleri okuyucuyu etkisi altına alıyor. Öyle ki, bazen adını bile bilmediğiniz hırsızlıkla geçimini sağlayan bir çocuk karakter başkarakter oluyor, bazen bir ağır ceza hakimi. Dolayısıyla yalnızca İstanbul’da değil bu ülkede yaşayan tüm insanların yaşadıkları toplumsal ve bireysel acıları, kaygıları, psikolojik gel-gitleri, savaşları, barışları hakkındaki hayatları kurguya konu ediliyor.
Başkarakter analizi bakımından belirtilmeden geçilmemesi gereken bir diğer önemli husus ise, ölülerin de kimi zaman yaşayanlardan daha baskın karakterler olarak yer almış olması. Kitabın Nekropolis isimli bölümünde yolu Konstantiniyye’den geçmiş imparatorlar, kraliçeler, sultanlar, Bizanslı ünlü yazarlar, şehrin adını yalnızca Konstantinopolis olarak bilenler, “İsa kim?” diye soracak kadar geçmişte yaşayanlar, konuşan maymunlar, geyikler, atlar, hatta ve hatta kesilmiş erkeklik organları ve burunlar dahi bu dünyada yaşadıklarını anlatırken kurgunun ana karakterleri olarak okuyucunun karşısına çıkıyor. Yani Konstantiniyye ne kadar dünyayı anlatıyorsa, Nekropolis de o kadar arafı anlatıyor.
Livaneli usta kalemiyle, Türkiye’nin son yıllarda yaşadığı siyasi ve toplumsal olaylarına da parmak basıyor. Kardeşinin acı ölümünü anlatan garson Ali ile Roboski katliamına, bir TOMA tepesinde aşklarının tohumu atılan Zehra ile Emre’nin hikayesi ile Gezi olaylarına değinilen kurguda, gaz kapsüllerinin aldığı canları, kör ettiği gözleri, bu ülkede islami kurallara göre yaşayamadığını düşünerek, IŞID’e katılmayı gönülden isteyen Garip ismindeki garson ile IŞID’in toplum üzerindeki “etkisini” ve dahasını okuyucuya aktaran karakterler yaratıyor. Okuyucuyu, adeta bir son dönem yolculuğuna çıkarmakla yetinmeyip yaşadığımız olayların toplum üzerindeki etkilerini de karakterlerinin hayatları üzerinden anlatıyor. Toplumsal olaylar bakımından, aslında romandaki her bir hayat hikayesinin, bugün bu ülkedeki insanların hayatlarındaki gerçeklerle birebir örtüştüğü gözlerden kaçmıyor.
Konstantiniyye Oteli’nin davetlileri incelendiğinde ise, bugünün İstanbul’unda zengin hayatlar yaşayan, kendini “burjuva kesimi” olarak gören insanların, Livaneli gözlemi ve kalemiyle, dışarıdan bakıldığında nasıl göründüklerine dair büyük ipuçları yer alıyor. Botokslarıyla kendilerinin birer tanrıça gibi göründüğüne inanan kadınlardan, sonradan görme müteahhitlere, insanları aşağılamayı kendine görev bilenlerden, yalnızca parasıyla övünenlere kadar insan manzaraları sunuluyor. Yalnızca bununla da kalmayıp oldukça ilgi çekici siyaset adamları da kurguya konuk oluyor. Her ne kadar kitabın başına, “Bu romanda anlatılan kişiler kurgu ürünüdür. Gerçek kişilerle benzerlikleri ancak rastlantı olabilir,” notu düşülmüş olsa da, bazı karakterlerin kim olduğuna dair okuyucunun aklında şüphe bırakmaz rastlantılar oluşuyor. Bu da, kitabın sürükleyiciliğine renk katıyor, belki de bazılarımızın söylemek istediklerinin yazılmış olmasıyla okuyucuya yaşatılan edebi haz dışında, içsel rahatlama yaratacak güçte bir gözlem aktarılmış oluyor.
Kurgunun yadsınamayacak kadar önemli bir kısmı kadın cinayetlerine ayrılmış. Günümüzde moda haline gelen cinayet usullerinin aktarımıyla, Özgecan ve diğer kadınların nasıl canavarca öldürüldüğüne, bununla da kalmayıp bu cinayetlerin ne kadar şaşırtıcı bir soğukkanlılıkla işlendiğine dair bölümlerle, bitmek bilmeyen kadın şiddeti gözler önüne seriliyor. Üstelik bu şiddetin yalnızca halkın yalnızca yoksul kesiminde değil, kendini kalburüstü olarak değerlendirenler arasında da oldukça yaygın olduğu kurguya yansıtılarak, Türkiye’deki kadınlara karşı şiddetin giderek daha korkunç bir hal alan bu yönüne değinilmiş oluyor. Kadın cinayetleri ile birlikte hayvanlara karşı yapılan işkencelerin de okuyucunun ilgisini çekecek bir biçimde kurguya dahil edildiği görülüyor.
Kurguda müzik ve edebiyata da oldukça yer verilmiş. Açılış davetinde DJ’lik görevini üstlenen Emre karakterinin davet boyunca çaldığı şarkılardan yola çıkılarak, günümüz müziği ele alınıyor. Hızla üretilip hızla tüketilen şarkıların çaldığı davetteki konukların bu şarkılarla daha çok eğlenmeye başlamasıyla, yozlaşan müzik kültürüne ufak göndermeler yapılıyor. Bununla birlikte yine Emre’nin yazmaya çalıştığı roman ile yazar olmak isteyen gençlere sanki önerilerde bulunuluyor. O satırlar okunurken adeta Livaneli okuyucunun karşısındaymışçasına, yazar adaylarına, “Tanımadığınız, bilmediğiniz hayatları değil, kendinizi yazın,” diyor. Bununla birlikte edebiyatımızın çok değerli isim ve eserlerine de atıflar yapılıyor. Bir edebiyat öğretmeni ve eleştirmen karakteri eliyle, o kadar çok eser satırlara aktarılıyor ki, okuyucu bu kitabı okurken, bir yandan da okumadığı, okumayı unuttuğu eserleri not alma hissine kapılıyor.
Uzun yıllar sonra okunduğunda geçmişin İstanbul’undan, hatta Türkiye’sinden resimler bulunabilecek nitelikte bir roman Konstantiniyye Oteli. Dili her zamanki Livaneli romanları gibi, sade, akıcı ve sürükleyici. Kurgu içinde yer alan onlarca hikaye, kopmadan, kendisini unutturmadan ilerlemeyi başarıyor. Bununla bilikte roman, günümüz Türkiye’sinin bulunduğu durumu, unutulanları, unutturulanları, unutulmaya yüz tutmuş acı olayları, daha çok düşünmeye itiyor, sorgulamaya kapı aralıyor. Yüz yıllar öncesinden bugüne, her dönemden izler taşıyan bu romanda, aslında geçmişle bugünün arasında çok büyük farklar bulunmadığı, güç savaşlarının hiç bitmeden devam ettiği, cinayetlerin sona ermediği, koltuk sevdalarının hiç tükenmediği, entrikaların, yapaylığın servetlere servet kattığı, birilerinin kendini sağlama alabilmek uğruna diğer masum insanları acımadan yok ettiği ve en önemlisi de bütün kötülerin bir gün Nekropolis’e gideceğini unuttuğu düşünceleri, kitap sona erdiğinde okuyucunun aklında dönüp dolaşanlar oluyor.
Gamze Erkmen – edebiyathaber.net (27 Temmuz 2015)