Ömer Seyfettin’in ölümünden önce yayımlanan son kitabı “Efruz Bey”, Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemine Efruz Bey karakteri üzerinden ışık tutarken, zamanının çok ve boş konuşmaktan başka hiçbir işe yaramayan kesiminin de stereotipini Don Kişotvari karakterleriyle anlatır.
“Bana gelince, ortaya esaslı bir eser koymadan sanatkârlık hülyasına kapılmam bile! Edebiyatımızın şiarı, ‘Çok laf, az eser!’dir. Ben şimdilik bu şiarı bozmaya çalışıyorum. Ağustos böceği gibi öterek yan gelmekten ise karınca gibi çalışmak daha iyi değil mi? Şimdiye kadar öttüğümüz elverdi. Biraz da iş yapalım ki çorak edebiyatımız şenlensin. Değil mi?” Türk edebiyatında “kısa hikâyeciliğin” kurucusu sayılan Ömer Seyfettin, Ruşen Eşref Ünaydın’ın 1918’de yayımlanan “Diyorlar ki” adlı kitabında yer alan mülakatında kendini bu sözlerle tanımlamış. Yerinde bir tespit. Zira Ömer Seyfettin, “olay hikâyesi” türünü de bu topraklarda yeşerten isim olmasının dışında dilin “sadeleşmesine” de katkıda bulunmuştur.
Fazlasıyla üretken bir yazar olan Ömer Seyfettin’in pek çok olayı merkezine oturttuğu sayısız hikâyesi mevcut. Ancak ilk kez 1919 yılında Vakit gazetesinde tefrika edilmeye başlanan ve Ömer Seyfettin’in ölümünden önce çıkardığı son kitap olan “Efruz Bey”, hem yazarın külliyatında hem de Türk edebiyatında çok farklı bir yeri vardır. Türk romanında kendine has yerleri olan Abdülhak Şinasi Hisar’ın Fahim Bey ve Biz romanındaki Fahim Bey, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanındaki Halit Ayarcı, Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam romanındaki Bay C ve Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar romanındaki Turgut Özben gibi “kült” karakterlerin öncülü sayılan “Efruz Bey”, Ketebe Yayınları tarafından kısa süre önce tekrar yayımlandı. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemindeki “aydın” kavramını ve bu kavramdan zümrenin ne anladığını incelikli bir iğnelemeyle anlatan kitabın ana karakteri Efruz Bey, aynı zamanda Pertev Nailli Boratav’ın da dediği gibi Türk edebiyatının Don Kişot’udur.
Roman asıl adı Ahmet olan, aileden zengin, Nişantaşı’nda oturan, akrabasının torpiliyle girdiği devlet dairesinde çalışan bir karakterle karşılar okuru. Ahmet, liyakatsizliği, üst kademedeki görevlilere karşı yaptığı yaltaklıkları, dönemin değişken politik atmosferine göre hareket eden kurnaz ve kibirli biri olarak karşımıza çıkar. Ahmet, günde birkaç saatliğine sadece görünmek üzere uğradığı iş yerinde, çalışanlar tarafından “sırrı” tam olarak çözülememiş biri olarak görüldüğü için kendisine temkinli yaklaşılır. II. Meşrutiyet ilan edildikten sonra safını o tarafa doğru sıklaştıran Ahmet, Kanuni Esasi’yi kendisinin ilan ettiğini iddia eder. Öyle ki; bunu o kadar fazla dillendirir ki; tebaa da ona inanmaya başlar ve nihayetinde müstear ismini kullandığını söyleyen Ahmet, Efruz Bey’e dönüşür ve bir halk kahramanı olur. Evine milletin kafasının üzerine basarak girecek kadar sevilen, hayranlık duyulan bir karaktere dönüşür. Durumu öğrenen İttihat ve Terraki Cemiyeti ise, Efruz Bey’i katakulliye getirip üç gün sonra tutuklatır. Haliyle Efruz Bey de unutulur gider…
“Efruz Bey”, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş döneminin bir fotoğrafıdır aslında. Bir tarafta istibdatçılar diğer tarafta hürriyetçiler arasında sıkışıp kalmış bir devletin, kendi etrafında dönüp dolaşıp kim nereye çekerse oraya giden halkının bu sıkışmışlıktan kurtulmak için bir kahraman bulma çabasının hikâyesidir. Diğer yandan da devlet içindeki liyakatsizliğin de apaçık bir yansımasıdır. Kendi çalıp kendi oynayan Efruz Bey, özelde ve genelde tüm yönleriyle bir dönemi Ömer Seyfettin’in usta kaleminden çıkan portresidir. Ve okunmayı fazlasıyla hak etmektedir.