İnsan hatırlar, çok sık kullanırız bu cümleyi çünkü anlamı sandığımızdan daha ağırdır. Hatırlamak zaman ile ilişkilidir ve zaman insanın kurtulamadığıdır. Şimdide varlığımızı devam ettiriyormuşuz gibi gözükse de insan geçmişe dönük bir yaşamı devam ettirir. Ve geçmiş dediğimiz şey bizim varoluşumuzu belirleyendir. Bu nedenle insan öncesinin sonsuzluğunda bir varlık çabasına mahkûmdur. Her şeyin hızla geçip gittiğini sandığımız an bir yanılgıyı beraberinde getirir. Evet, bakınca çağımız, insanın her anlamda her şeye en hızlı ulaşabildiği ve buna bağlı olarak yaşanmışlıkların çabucak unutulup geçtiği bir döneme işaret eder ama işte en başta söylediğimiz gibi “insan hatırlar” ve insanın anımsaması demek zamanın “geçmiş” olması değil, şimdide varlık bulması demektir.
İnsan en çok neyi unutmaz veya hatırlar böyle bir soru sorsak ne cevap alırız. Üzerimizde derin etki bırakan travmatik keder anları sanırım daha çok belirliyor anımsamalarımızı. Çünkü anımsamanın bu hâli duygularla ilişkileniyor. J. Robinson, “hayatımızın anlamlı deneyimlerini düşünürken, onları anlatırken karşımıza duygular çıkar” diyor.[1] Duygularımızın ortaya çıkması demek onların oluşmasını sağlayan dış belirleyenin bir “etkilenim” yaratması anlamını içeriyor. Ayrıca, karşılaşmalarımız sonucu ortaya çıkan o keder anlarını daha çok hatırlıyoruz. Çünkü üzerimizdeki etkisini belirleyen duygular, bizim onları anımsamamızı kolaylaştırıyor. İşte bu nedenle zamandan ve geçmişin acı dolu deneyimlerinden kurtulamıyoruz. Tanık olduğumuz onca felaket, bizi çaresiz bırakan bunca yaşanmışlık, her ne kadar hız çağında yaşıyoruz ve geçip gidiyor diye düşünsek de kalıyor, bizimle birlikte devam ediyor. Bu nedenle belleğimiz dünyanın tüm kötü gidişatına rağmen bizim için bir direnme alanı yaratıyor. Çünkü yüzleşme günü geldiğinde tüm kederlerimiz, bize geçmişin acılarını canlandırma ve geçmişin kaybedenlerinin hesabını sorma hakkını veriyor. Tarihin geçmişe dönük yüzü, geleceğe ve iyiye doğru olduğu düşünülen çizgiye dâhil olmaması, zamanda sapmalar yaratma gücü veriyor insana. Her ne kadar üzerimizde gücünü hissettiğimiz otoriteler, dünyaya dair politikalarını, gelecekte olacak iyi üzerine kurgulayıp, bizi buna inandırmaya çalışsalar da yaşananların geçmişte kalamaması, hatırlama kabiliyetimiz ve belleğimiz gelecek üzerinden değil geçmiş üzerinden belirleniyor. Bu nedenle zaman bizim çaresizliğimiz kadar çaremiz.
Belleğimiz sesle, kokuyla, mekânla ve daha pek çok şeyle ilişkilidir. Bir nesne, örneğin, evimizde öylesine duran bir sehpanın üzerindeki çizik bile bize geçmişi fısıldayabilir. O çiziği gördüğümüz an geçmişi çağırmaya başlarız. O ânı şimdide kurar, pek çok anıyı canlandırabiliriz, oradayızdır, orada olan sesleri duyar, hissettiğimiz duyguyu anımsarız. Yıllar önce yaptığım bir alan araştırmasında Van ve Hakkâri’den “zorla göç” ile gelip, Ankara’da yaşayan ailelerle bellek konulu görüşmeler yapmıştım. Kurulan cümleler dönüp dolaşıp, “bizim oralar”ın diye başlayan sonu otuna, ekşi elmasının tadına, dağların rüzgârına, kullanılan baharatların “buradakiler” gibi kokmadığına geliyordu. O tatlar, kokular, hâttâ tene değen rüzgâr o âna taşınıyor, geçmişin tüm yaşanmışlıklarına ekleniveriyordu. Yani bellek geçmişi çağırdığında oldukça ayrıntılı bir şimdi tasviriyle karşılaşıyorduk ve göç etmenin, yersiz yurtsuz hissetmenin, çekilen acının, özlemin yanına tüm bunlar da ekleniyor, şimdiyi belirliyordu. Bellek sesi, kokuyu araç olarak kullanıyor şimdide geçmişe hayat veriyordu. Çünkü Schacter’in değindiği gibi; “Artık var olmayan yerler ve hayatımızdan çıkmış insanlar anılarımızda yaşamaya devam ederler, bazen gözümüzde zar zor canlandırabildiğimiz hayaletimsi görüntüler, bazen de içinde bulunulan zamana ve mekâna aitmişçesine canlı, berrak olarak. Anılarımız bize aittir.[2]
İnsanın şimdisinin geçmişe dönük olması, hatırlamanın her anlamda işlevselliğinin bize gösterdiği bir şey de tanıklık metinlerinin önemi, bu metinler geçmişin bugünde yaşaması anlamını içerirler ve belleğin izini bugüne taşırlar. Bu nedenle Hagop Mıntzuri’nin “İstanbul Anıları”nı, Zaven Biberyan’ın “Yalnızlar”ını veya “Meteliksiz Aşıklar”ını, Saroyan’ın herhangi bir öyküsünü, Mehtap Ceyran’ın “Mevsim Yas”ını veya Suzan Samancı’nın “Koca Karınlı Kent”ini ve onlarca tanıklık metnini okurken geçmişte olanın, yaşananın şimdide sancısını duyarız çünkü tanık olmak zamanı bir yere imlemektir ve tanıklığa dair anlatı bize geçmişin ipuçlarını verir, yüzleşme sağlar, acılı bir geçmiş ile hesaplaşmanın yatay bir yolu olabileceğini gösterir. Bu da her durumda tanıklık metinlerini önemli kılar. Çünkü yukarıda örneklediğimiz metinlerde gizlenmiş bir geçmiş vardır. Mesela, Mıntzuri’nin “İstanbul Anıları” bizi, 1897-1940 yıllarını kapsayan hatıralarıyla, dönemin İstanbul’una götürür. Hem kentin değişen mekânlarını hem de kendi kişisel yaşamı üzerinden İstanbul’un o yıllardaki çok kültürlü yaşamını, Ermenilerin, Türklerin, Kürtlerin, Kızılbaşların, Yahudilerin, Rumların birarada yaşadığı günleri hatırlatır ve usulca bir soru bırakır, bu insanlar nerede, komşularımız nerede? İşte bunun gibi metinler bizim şu ânımızı belirleyen sorular içerir. Cevapları aramak, belleğimizi canlandırır, geçmişin yaralarını telafi etme ve yüzleşme imkânı sunar.
Zaman önemlidir, içinde varolduğumuz, belirlendiğimizdir. Gelecekte değil şimdidedir, geçmişe zincirli olan şu ânımızdadır. Belleğimiz bir sardunya gibidir, nasıl onu sulayarak canlı tutabiliyorsak, geçmişi canlı tutmak için de çaba harcamamız gerekir. Çünkü zaman dediğimiz şey dünyanın sularını bünyesinde toplayan denizleri hatırlatır, bizde birikir, içimizde yer eder, dalgalarını alıp yine kendimize bırakır, yüzümüze çarpar, yaşamımıza yön verir.
Emek Erez – edebiyathaber.net (26 Mart 2018)
[1] Akt. Göle, M. “Doğru Olmadığını Biliyorum Ama Öyle Hatırlıyorum”, Cogito, Sayı 50, s.25. İstanbul: YKY
[2] Schacter, L. D., (2019), “Belleğin İzinde, ‘Beyin, Zihin, Geçmiş’” s. 34, (Çev. Eda Özgül), İstanbul: YKY