Sıradan insanların el üstünde tutulduğu keder ve ironiye gömülmüş gündelik hayatlara, duygu taşkınlıklarına, dil oyunlarına dek varan her türlü lafazanlığa ve büyük bir gerçeğe parmak basayım derken kaba ve ahlaki bir söyleve dönüşen düşüncelere mesafeli bir öykü dünyası var, Neslihan Önderoğlu’nun. İlk kitabı İçeri Girmez miydiniz?’deki öyküler bize tüm bunların elbette hayatımızın bir parçası olabileceğini, ama bizi bir sayfaya bağlayan asıl hünerin bunların hatırlanması kadar unutulabilmesinde de yattığını gösteriyor: Yazar ile okurun, hikâyenin hatrı için el ele verdiği yerdir burası.
Kimisi birbirinin devamı olarak da okunabilecek öyküler karakterleri ya da temalarından çok, saplantıyla dönülen bir ilk düşünce gibi, içimizdeki ıssızlığı gizli-açık göstermeleriyle benzeşiyorlar. Bazen kendisi değil hisleri korunan bir uzak geçmişten (“Camlar ve Aynalar”), bazen içinden bir parçasını çıkarırsanız bütünü dağılacak olan kasvetli bir manzaradan (“Bozkır Sıkıntısı”), bazen de bir hayale kapılarak tümüyle bir başkası olsak bile değiştiremeyeceğimizden korktuğumuz kişiliğimize ve hayatımıza ilişkin bir gerçekten (“Bay Hankuk’un Akılalmaz Değişimi”) beslenen ve sıkıntıya ya da yalnızlığa çoğu kez benzemeyen bu ıssızlık hissini aşmak, unutmak veya onunla yüzleşmek için öykü kişileri içlerine çekilseler de hep başkalarıyla, başkalarıyla dertleşseler de hep bir parça geride duruyorlar. Okur olarak bu belki de en temel insanlık durumuna sayfaları çevirdikçe kendimizin de aşina olduğumuzu görmek için arkeolojik bir içsel gezintiye çıkmamıza da gerek yoktur üstelik:
“Sağlık ocağı köyün hayli dışında olduğu için tozlu yol boyunca yürümeye başladık. Necdet ayağının önündeki bir taşı tekmeyle sektirip duruyordu. Solumuzdaki düzlükte yatan atı yeniden gördüm. Bizi fark edince silkinip ayağa kalktı. Kımıltısız öylece bize bakıyormuş gibiydi. Aynı bezgin hal.
‘O da sıkılıyor mudur?’ dedim, başımla işaret ederek. Dinlenmek için bir an durdu.
‘Ölmesinden mi korkuyorsun, sıkılmasından mı?’” (“Bozkır Sıkıntısı”, sayfa 17)
Ama öykü kişilerini bir çeşit iç ses gibi kuşatan bu insanlık durumu asla nedensiz, bu yüzden de yıkıcı değildir: Dünyanın tersten bir okumasını öneren “Tersyüz” öyküsünü dışta tutarsak, ister babasının ölümüyle bir aile hüznüne gömülen genç bir kız olsun ister kocasının sessiz hükmüyle mutsuzlaşmış bir kadın, bu kişiler gibi okur olarak bizim de dikkatimiz kendi kişiliğimizin kırılgan noktaları kadar ve belki de daha çok, bir ilişkiler ve etkiler ağı üzerinedir. Öyküleri fazla küskün ve kapalı olmaktan kurtaran, biçimsel olarak da kimisine rengini veren (mesela “İki”) bu kaygı, onları yüzeysel bir suçlu-kurban arayışına girmeden okumamızı sağlıyor olmasıyla da belirgin bir iyimserliğe işaret ediyor: Önderoğlu’nun, kişilerinin acılarını ve sevinçlerini taşıma güçlerine yansıyan vakur bir dünyası var.
Kısacık yazıda sıkıntıdan, ıssızlıktan ve yalnızlıktan bunca bahsediliyorsa kitabın kendisi kim bilir ne kasvetlidir, diye çekingenlik gösterecek okurlar da olacaktır: Delilikle akıllıca dalga geçen deli ruhlu kişilerin ve geveze bir arkadaşa katlanmanın zorluklarını bize bol bol konuşarak hissettiren iki işçinin hayatın bu ağır, katlanması zor yanlarını bir adım öne çıkarak unutturdukları “Dışarda” ve “Kapak” öyküleri onlar için iyi bir teselli olabilir.
Öyküleri sıkılmadan okumamızı sağlayan unsurlardan biri de, her birinde kişilerin ruh halleriyle beceriyle birleşen ve bir noktadan sonra okurun zihnini de hikâyenin renklerine açacak olan ayırt edici bir atmosferin yaratılabilmiş olması. Kimi kez iç dünyalarının, birbirleriyle ilişkilerinin ya da hep yerli yerinde ve zamanında kullanılmış dış dünya ayrıntılarının önüne de geçebilen ve bu haliyle tatlı bir dalgınlığa, sözcüklerin parlak sırtlarında dinleniyormuşsunuz izlenimini yaratan bir edebi hazza dönüşen bu özelliği bir başarı olarak sayabilir, içeri girip sayfaları çevirmesi dileğiyle gerisini gönül rahatlığıyla okura bırakabiliriz.
Erhan Sunar – edebiyathaber.net (20 Mayıs 2013)