Bazen bir cümleyi kurmak zorlaşır hayatınızda.
O ânlarda ne yapar insan? Sizi bir duvar gibi çeperleyen her şeye karşı suskun kaldığınız, kabuğunuza iyice çekildiğiniz de olur, baş edemeyince çekip gittiğiniz de. Ama suskunluğunuz da sizinle gider. O cümlenin arayışına vermek için değildir gitmek istenciniz; bedeninizde ruhunuzda taşıdıklarınızın ağırlığıyla başka bir yerin zamanın rengine bürünmeye hazırlarsınız kendinizi.
Tezer Özlü’nün Ferit Edgü’ye yazdıklarını okurken satır aralarında, bazı kesik/uzun cümlelerde bulduklarım gitmenin/gidememenin, gönülsüzce kopuşun ne anlama gelebildiğini düşündürttü bana. Sürüklenen ve giderek hiçleşen bir hayatın kıyısında durup kendisizliği yaşamanın sanrısına baktırması Özlü’nün anlatısını daha sahici kılıyordu gözümde. Onun Beckett, Joyce için söylediği gibi tıpkı: Bu yazarlar gerçekçi!
Çünkü onların insana doğru yolculuklarında bir yapaylık yok, düzenle/sistemle çatışmalarında da. Yenildiyse yenilgisi var, kederliyse sanrısı, öfkeliyse başkaldırısı… Ve ölümse ölümü, gönülsüz gitmekse gitmesi var.
Okuduğumuz, zaman zaman da kıyısından geçtiğimiz yazarlara araladığı kapı ise; gene o can acıtıcı burukluğunun bir yansıması olarak çıkıyorlardı karşıma: Kafka, Pavese özellikle. Öte kıyıda Canetti, Svevo belki. Bir başka uçta Robert Walser, Thomas Bernhard, Samuel Beckett…
Gene de beni kendi kıyılarına çekenler kuşkusuz Kafka ve Canetti’ydi, bir ölçüde Pavese.
Özlü’nün düş ve düşünce adacıklarında gezinirken ister istemez Ferit Edgü ile Demir Özlü’yü de andım, dönüp yer yer okudum. Orhan Duru ise öte kıyıdaydı.
Üçünü de tanıdım. Yazdıklarıyla hiç yanıltmadılar beni, o duruşlarıyla karşılaştığımda… Yazdıkları gibi miydiler demek istiyorum, yoksa yaşadıkları gibi miydi yazdıkları… Bir soru olarak hiç aklıma gelmedi, yalnızca bir örtüşme vardı yazdıkları ile yaşadıkları arasında. Yaklaşınca iyice Tezer Özlü’ye, onun da bu adada yeri olduğunu düşündüm. Artık bir kuşak yok, bir düşünüş / duyuş / yaşayış vardı.
Acaba, bu adada Onat Kutlar’ın, Erdal Öz’ün, Adnan Özyalçıner’in yeri olabilir miydi? İşte bu sorum/sorgum oldu yaklaşınca onlara, yazdıklarına.
Okuyunca Tezer Özlü’yü, edebiyatımızda pek oluşamayan bir adacıktaki sesinin sahiciliği sarmalayıcı geldi bana. Ondaki gerçeklik duygusu çarpıcıdır, evet. Yapaylıktan, zorlamadan, söylemek adına söylemekten uzak. Gerçek, çok daha gerçek “hakikat bu” dediklerimizden:
“Ceset, kokmuş ettir. Güzel, ya peynir ne? Sütün cesedi. Durmadan içeriye girip çıkanlar. Her hastanın sayısız iyileştiricisi var. Kahvaltıdan sonra akıl verenler, öğle yemeğinden sonra akıl verenler. Kente eşlik edenler, bir mağazaya eşlik edenler, ormana eşlik edenler ve her gün burada oturan ve kazak ören sayısız iyileştirici. Sayısız ipek, pamuklu ve yünlü kazak örülüyor. Karışık iplikle, renkli motiflerle yapılanları da var. Kim bilir ne zaman ve hangi amaçla giyecekler.” (“Kalanlar”, s.53, 1989, Ada Yay.,)
Ülkesinden kopup gitti. Gönülsüz, isteksiz. Sızılı hem de. Uzaklaştı, bağlandığı çocukluğundan, oraya ait zamanlardan. “İnsan ruhu olarak yaşamayan bir toplum”un kollarına bıraktı kendini. Karşı çıktı her şeye. “Yaşam biraz da bu,” diyerekten yol aldı. Kendiyle yaşamak. Kendi bilincinde olmaktı derdi. “Dönecek bir yerimin olması beni çok mutlu ediyor,” dese de uzaklığın özlemiyle kapadı kendini hayatın sızılı sağanağına… Bu yeryüzü hapishanesinde sevinçle, acıyla yaşadı; beslendi de bunlardan. Gönülsüz gidenlerin arasına erkence karıştı…
Feridun Andaç – edebiyathaber.net (6 Ocak 2015)