SOLUK BİR ANI
Soluk Bir An, Behçet Çelik’in, gençler için yazdığı Sınıfın Yenisi’ni hariç tutarsak, ikinci romanı.
Benim için Behçet Çelik “benim yazarlarım”dandır. İnsan bir yazarı bu derece mülkiyetleştirip kendine ayırdığında, haddini aşma cüretini bulabiliyor kendinde. Ben de bunu yapacağım: Soluk Bir An’ın malzemesinden/konusundan çok güzel bir öykü çıkardı. Hem de Behçet Çelik’in tüm metinlerine sızmış olan o iddiasız, mırıltı (ya da mırıldanma) haliyle. Gerçi, Soluk Bir An’da bu mırıldanma halinden yoksun değiliz. Neyse ki, değiliz.
“Aşk nedir, nasıldır, bilen var mı?”
Ara başlık, Avni Anıl’ın ünlü şarkısı. Gerçekten de, aşk denilen “şey”i çözebilmiş değiliz. Var mı yok mu o da belli değil. Büyük şair İlhan Berk’in dediği gibi “[A]şkın varlığı da çok su götürür. Gerçekte aşk yoktur: Var kılmak istiyoruz. Bu hakkımız da. Başka bir şeyimiz yok çünkü.” Öyle ya da böyle hepimizin aşık olduğumuzu düşündüğümüz vardır, ya da aşk üzerine söz etme yetkisini görür herkes kendisinde.
Soluk Bir An, kısaca “ellisine üç-beş yıl kalmış bir adamın” karısının en yakın arkadaşına aşık olmasının hikayesi diyebiliriz. Ama bununla kalırsak, eksik söylemiş oluruz. Bu roman, elbette, bir aşk romanı değil. Salt aşkla ilgili bir roman da değil. Behçet Çelik’in diğer kitaplarında da rastladığımız erkek, içe-dönük, okuyan-yazan bir karakterin bu sefer de aşkla didişmesi. Aşkı(nı) yaşayamaması ya da aslında tam da istediği şekilde yaşamasını okuyoruz.
Tam burada, Behçet Çelik’in de çeşitli söyleşilerinde çok sevdiğini ve etkilendiğini dile getirdiği Raymond Carver’ın yıllar önce İletişim Yayınları tarafından basılmış olan (umuyoruz ki Can Yayınları bu kitabın da yeni baskısını yapacaktır!) What We Talk About Love When We Talk About Love (Aşktan Söz Ettiğimizde Sözünü Ettiklerimiz) kitabındaki aynı adlı öykü geliyor aklıma. Bu öyküde iki çift bir masanın etrafında içerler ve aşktan konuşurlar. Aşkın mümkün olup olmadığı sorusu gelir yerleşir içimize. Soluk Bir An da aynı belirsiz anı hissettiriyor.
Taner, evli barklı, düzenini kurmuş biri olarak karısının en yakın arkadaşı Esra’ya aşık olduğunu düşünüyor. Ve bu andan itibaren de aşkla, kendisiyle, karısıyla, geçmişine dönüp babasıyla, eski arkadaşlarıyla ve eski kendiyle yüzleşiyor. Sorguluyor her şeyi. Parantez içleri ve ara cümlelerin sıkça kullanıldığı anlatının bu kısımlarında Taner’in yaşadığı gelgitleri daha iyi duyuyoruz. Bu kısımlarda zaman zaman anlatıcının sesi de araya giriyor.
“Nasıl hatırladığına şaşırdı, bir akşam gene pırasa mı yiyorlardı, gene bu boyda mıydı pırasalar, orası çok net değil, ama Esra, iri doğrandığında yemekten pek hoşlanmadığını, ufak doğrandığıysa pırasayı çok sevdiğini söylemişti. Bir insan bunu niye tutar ki aklında? Ancak ilgilendiğimiz birinin pırasayı nasıl sevdiğini unutmayız. Sevindi buna, bir gün Esra’ya bunu söyleyebilmek isterdi. Söyleyecekti de ne olacaktı? Liseli bir kız mıydı karşısındaki? (Karşısındaki? Ne zaman geçtiler ki birbirlerinin karşısına!) ‘Boncuk Ayşe’yi mi, çalı fasulyesini mi daha çok severim, bunu bilirsen elimden tutabilirsin,’ mi diyecekti?” (Sayfa 44)
Soluk Bir An’dan Soluk Bir Anı’ya..
Taner, Yılmaz Odabaşı’na nazire edercesine tek başına yaşıyor aşkını. Yine okur bencilliğine sığınarak söylemeliyim: romanın sonuna kadar Taner’in Esra’ya, karısına ya da herhangi birine, Esra’ya duyduğu aşkı söyleyebilmesini bekledim. Umdum ama Taner gibi birinin aşkını açıkça ve dürüstçe yaşayamayacağını düşünmüş olabilir yazar.
Taner, her ne kadar söyleyemiyorsa da aşkını, bu durumdan zerre memnun da değil: “Bazen de dünyayı bir fazlalık olarak görüyor; başka bir dünyanın değil, yaşadığımız dünyanın artığı. Almışlar gereken kısımları, kalanı dünya diye sunmuşlar bize. Bir insan bir insana sevdiğini söyleyemiyorsa, söylemeyi aklından bile geçiremiyorsa, “aklından geçirmesi teklif dahi edilemez” diye kurallar, kaideler konmuş, bunlara sıkı sıkıya riayet ediliyorsa, burası dünya olamaz; olsa olsa posasıdır, canı, özsuyu alındıktan sonra kalandır.” (Sayfa 133)
Öyle ya da böyle, aşkın (eğer varsa) ömrü kısadır. Taner’in soluk bir anda başladığını kabul ettiği aşkı da yine birdenbire –nedensizce- bitiveriyor. Hiç yaşanmamış gibi. Biz okuyuculara da yaşanmamış bir aşkın hazımsızlığı, sıkıntısı miras kalıyor. Soluk bir anıya dönüşüyor, denebilir.
Okumayı, şiiri seven biri olarak bolca şiire, şarkıya gönderiyor okuru Taner. Metin içindeki bu göndermeler, tıpkı Gün Ortasındaki Arzu kitabındaki gibi, metnin sonunda okuyucuya sunuluyor. Meraklı okuyucuya kolaylık sunmuş böylece Behçet Çelik. Avunulacaksa, bunlarla avunulacak, der gibi.
Onur Çalı – edebiyathaber.net (11 Nisan 2012)