Onur Çalı: “Kendimi özgür hissettiğim tek yer edebiyat.”

Mart 7, 2023

Onur Çalı: “Kendimi özgür hissettiğim tek yer edebiyat.”

Fotoğraf: Rukiye Yıldız

Söyleşi: Esme Aras

“Ölümsüzlük, ölümlü olduğumuzu anladığımızdan beri en büyük düşümüz olsa gerek. Mitoslar, dini metinler, destanlar, giderek öykülerimiz, şiirlerimiz bu düşün izdüşümleriyle doludur desek abartmış olmayız. Yazmak eyleminin kendisi de bir ölüme direniş çabası değil midir zaten?” (Dünlükler, s.70)

Eksik Yıl (2012), Geçen Sene Doğanlar (2014), Huma Kuşları (2015), Kaplumbağa Makamı (2019) adlı öykü kitaplarının yazarı Onur Çalı, Sonra Hayat adlı dosyasıyla 2020 Vedat Günyol Genç Deneme Yazarı Ödülü’ne değer görüldü. Dosya 2021’de kitaplaştı. 2007’den bugüne edebiyat ağırlıklı olmak üzere bir kültür sanat dergisi olarak varlığını dijital ortamda sürdüren “Parşömen Edebiyat”ı yayımlayan Onur Çalı’nın, Dünlükler adını verdiği son kitabı İthaki Yayınları tarafından (2023) yayımlandı. 2015-2020 yıllarını kapsayan, günlük-deneme arası metinlerden oluşan bu seçkide Çalı, yazarlar ve kitaplar başta olmak üzere “temel uğraşım” dediği edebiyattan yola çıkarak okuduklarını, izlediklerini, düşündüklerini, yaşadıklarını kaleme almış. Sevgili Onur Çalı ile Dünlükler hakkında konuştuk.

Önce denemeler ardından da günlükleriniz yayımlandı. Edebiyat evreniniz, içinde yaşadığınız zaman dilimi, hayatın gündelik alışkanlıkları ve kaygılar Sonra Hayat ile Dünlükler’de yeniden biçimlenmiş. Kurmaca edebiyatta hatta röportajlarda okura yansıtılmayan birtakım sınırlar hep vardır. Ama deneme türünde daha dolaysız yazarken, kişinin kendisiyle bu denli yüzleşebilmesi yazma cesaretinden de büyük bir soyunma gerektiriyor. Arkasına sığınabileceğiniz bir kurgu olmadan hem de. Okurun karşısında çırılçıplak kalmayı göze almak, yazarın önce kendisi olması lüzum ediyor en başta. Yazılı olmayan bu sözleşme konusundaki fikrinizi sorarak başlamak istiyorum…

Metin türleri, türler arası sınırlar ya da sınır ihlalleri okuru ne kadar ilgilendirir bilmiyorum. Teknik bir mesele bu. Okur iyi metin okumak ister, okurken keyif almak ister. Temel anlamda, okur için en başta gelen budur herhalde. Aslında yazar için de böyledir. Ben şimdiye kadar öykü yazdım, deneme yazdım. İkisinden de keyif aldım. Farkları malum. Deneme ve günlükte, metin kadar yazarın kendisi de ön plandadır. Daha yakından tanırız yazarı.

Metinlerinizde ne tür okumalar yaptığınız, kimleri okumayı sevdiğiniz hatta kimi yazarların eserlerine dönüp tekrar baktığınız bilgisini ediniyoruz. “Sizi sarıp sarmalayan, etkileyen, besleyen” kitaplardan özellikle söz ediyorsunuz. Bir anlamda kitaplığınız görünür hâle geliyor. Denemeler, okura zengin bir dünya vaat ederken sınır, ülke, coğrafya, din, etnik köken tanımaksızın edebiyatın geniş yelpazesinde kişiyi bir düşünmeler seyahatine çıkarıyor. Bu bakımdan deneme türü için “kişisel okuma notları”ndan ve okumaların yazarda bıraktığı tortulardan fazlasıdır diyebilir miyiz?

Dünlükler kitabımda yer alan metinler, 2015-2020 arasında yazdığım dünlüklerden bir seçki. Günlük-deneme arası metinler olarak görüyorum dünlükleri. Dünlükler’de okuduklarım, izlediklerim, düşündüklerim, yaşadıklarım(ız) var. Dolayısıyla “okuma notları”na indirgemek çok açıklayıcı olmaz. Nedir, benim temel uğraşım edebiyat. Dolayısıyla bu metinlerde yazarlar, kitaplar ve edebiyat meseleleri baş köşede oturuyor.

İki kitabınızda da ilk sayfalardan itibaren okurları, yazar ve eser adları karşılıyor. Sanat eserleri sanki birbirine el uzatmış. Her okuma deneyimi yeni okumalara kapı aralarken araştırılacak, peşine düşülecek pek çok ayrıntı da var. Sevgili Tarhan Gürhan bu konuda, okudukça borçlanır insan, diyor. Onun bu düşüncesine katılır mısınız?

Okura kalmış o. İsterse, merak ederse bazı konuların, kitapların, yazarların ya da ayrıntıların peşine düşebilir. Ama şart değil. Ev ödevi verir gibi yazan yazarlardan olmak istemem. Okurluk öyle sonu gelmez bir uğraş ki hep yetersiz kalacağız. Okumak istediğimiz kitapların çoğunu okuyamadan göçüp gideceğiz.

Üniversiteden hocam Emin Özdemir, yazarlığın öğretilemeyecek yönlerini “duyarlılık, sabır, düş gücü ve yazma cesareti” başlıklarında toplardı. Siz de yazmak için gerekenleri “cüret, heves, heyecan ve arzu” olarak tanımlıyorsunuz. Heves dediğimizde, akla ilk olarak gelip geçici bir istek gelse de siz daha derin bir tutkudan bahsediyorsunuz aslında. Bu noktayı biraz daha açabilir miyiz? 

Yazmak dünyadaki sayısız işten biri. Emek istiyor elbette, en başta bu. İkinci sırada cüret geliyor bana kalırsa. Dünya edebiyatında ve Türk edebiyatında bu kadar iyi metin varken neden ortaya çıkıyoruz? Gerek var mı? Bir açıdan bakarsak hiç yok. Ömrümüzü yalnızca okuyarak geçirebiliriz. Yazmak, bu bakımdan en çok cüret etmekle ilgili. Vaktinizin çoğunu bu işe vereceksiniz, değecek mi? Yazmaktan muradınız ne? Amacınız ne, beklentiniz ne? Her yazar, bu soruları kendine sorup muhasebesini yapıyordur elbette. Verdiği yanıtları bilemeyiz ama yazdıklarına bakarak kendine verdiği cevapları az çok kestirebiliriz.

Öte yandan Çehov’un mektuplarındaki gibi yazarların ara sıra kapıldığı umutsuzluk nöbetlerinin sizdeki yansımalarını da görüyoruz. Bu yazma hevesi yitimini neye bağlıyorsunuz? Sizi yazmaktan alıkoyan sebepler, aynı zamanda dert edinip yazmayı istediğiniz meselelerin (savaş, kötülük, şiddet, vahşet, kıyım, ölüm) üzerinizde bıraktığı ağırlık olabilir mi?

Çehov’un mektuplarından Sonra Hayat’ta bahsetmiştim. Yazar dediğimiz kişi makine değil elbette. Çok disiplinli olanlar var, rutinini pek bozmadan sıkı çalışanlar… Daha seyrek yazan, deyim yerindeyse daha haylaz olanlar var. Bana gelirsek, öyle bir ülkede yaşıyoruz ki çoğu zaman değil yazmak nefes almak bile zor geliyor. 38 yaşımdayım, çok güzel günler, ideal bir düzen olmadı hiç. Bizden önce de olmamış. Olacağa da benzemiyor. 

Pek çoğumuz gibi türlü zorunluluklarım var benim de. Kendimi özgür hissettiğim tek yer edebiyat. Söz konusu yazmak olduğunda hiçbir mecburiyet hissetmiyorum. Ara verebilirim, temelli bırakabilirim yazmayı. Fakat şöyle bir yanılsamaya kapılıyor insan ister istemez: Yazdıkça daha iyi bir hayatın, daha adil bir dünyanın, daha eşit ilişkilerin harcına bir faydamız dokunur gibi geliyor. Dediğim gibi, gerçek değil bu, bir yanılsama. 

“Büyük yazarların denemeleri ziyadesiyle ilgimi çeker,” dedikten sonra onların eserlerinde kendi yazma/yazamama süreçlerini, yazmak edimi üzerindeki düşüncelerini bulduğunuzdan bahsediyorsunuz. Netameli bir oyun olan yazmak illetinden bir türlü kurtulamayışı nasıl açıklıyorsunuz peki?

Bir önceki soruda yanıtlamış oldum galiba. Bir inat işi bu, sabır işi. Yazma eylemini romantize etmek istemem. Sanki yazgımızmış gibi, yazmadan duramazmışız gibi bir durum yok. Hayatın sayısız damarı var. Başka pek çok oyun var, yazmak şart değil. Şartlar uygun olmasa yazamazdık zaten. Hiç ortaya çıkamayan nice yazar olmuştur.

Yaptığınız okumalar sizin kurmacalarınızı ve bu yöndeki üretkenliğinizi ne ölçüde etkiliyor? Daha okurken sizde yazma isteği uyandıran kitaplar oldu mu? Örneğin, “Pencereler” öykünüzü, Gonçalo M. Tavares’in Kudüs romanında konu ettiği kötülük ve şiddet kavramlarının üzerinizde yarattığı iklimden hareketle kaleme aldığınız söylenebilir mi? 

Bir itirazınız yoksa yazmazsınız. Ya da yazdıklarınız yavan olur. Kazancakis’in Zorba romanından bir alıntıyla yanıtlayayım: “Sana söylüyorum patron, bu dünyada bütün olanlar haksız, haksız, haksız! Ben, ufacık kurt, ben çıplak salyangoz Zorba, hiçbir şeyin altını imzalamıyorum! Neden delikanlılarla genç kadınlar ölsün de hurdalar kalsın! Küçük çocuklar neden ölsün?”

Yazmak biraz da budur. Haksızlığın, zorbalığın, adaletsizliğin altına imza atmadığımızı söylemektir. 

Tavares iyi bir yazar ama bahsettiğiniz öyküyü pandemide yazmıştım, Ecinniler dergisinde yayımlanmıştı. Kötülük ve şiddet için o kadar uzağa bakmaya lüzum yok zaten. Kötülüğün içinde yaşıyoruz. Aynaya bakmak yeterli.

Beni yazmaya kışkırtan kitaplar olmuştur ama kitaptan ziyade böyle yazarlar vardır benim için. Enis Batur ve Memet Baydur bunlardan ikisi. 

Farklı türlerde ürün verirken anlatım biçimleri ve dil de değişir. Ama üslup denildiğinde, sıradan işleri bile bir stille yapmak mı anlaşılmalı? Size göre sade yazarken değil, “yapıp ettiklerimizin hepsi, nefes alışımızdan adım atışımıza dek bir üslup meselesidir.” Salâh Birsel, “Üslûp, hiç şüphe yok, iyi yazar olmanın ilk adımıdır,” dedikten sonra üslubun eseri boğması ve yazarı tekdüzeliğe düşürme riski olduğundan bahseder. Bu konuda siz ne düşünüyorsunuz?

Üslup, bizim kimselere benzemeyen özrümüzdür. Sadece bize ait olan defolarımızdır. Ve evet, bu dünyadaki her hareketimiz, oturuşumuz kalkışımız bile bir üslup meselesidir. Bazı yazarlarla tanışınca fark ettim: Yazdıkları konuşmalarına, haline tavrına benziyor. Bazı insanları oturup sabaha kadar dinlersiniz, bazılarından da beş dakikada sıkılırsınız. Bana kalırsa üslubun eseri boğması diye bir şey yok. O ayarı, dengeyi tutturmak da bir üslup meselesidir çünkü.

Edebiyat ve dergi okurlarını eleman sayıları azalan kümelere benzetiyorsunuz. Size bunu düşündüren de bir gazete haberi. Alıntı yaptığınız o gazetenin yayın hayatını sonlandırdığını düşünürsek, edebiyatta giderek yoksunlaşarak, azalarak hayata devam etme düşüncesi sizde nasıl duygular uyandırıyor?

Edebiyat dergileri kapanıyor, okuma alışkanlığı ve sevgisi yaygın değil. Bu kadar hayati dert arasında elbette önemsiz görünüyor. Fakat bu “giderek azalma” durumu geleceğimizin daha da karanlık olmasının nedenlerinden biri. Mevcut eğitim ve kültür politikalarıyla umutlu olmak mümkün değil. 

Dervişin fikri neyse zikri de odur, atasözünden yola çıkarak konuya yaklaşacak olursak, özellikle coğrafya söz konusu olduğunda edebiyatçıların gördüğü düşlerin ve yazdıklarının ortaklığından söz edilebilir mi? Rüyalar onların edebiyatına ne kadar yansır? Ya da Gürsel Korat’ın cümlesiyle bir başka açıdan sorayım, “İnsan nasıl yaşıyorsa öyle düş görür,” mü sizce de?

Finlandiya’da yaşasaydık edebiyatımız da rüyalarımız da hayallerimiz de farklı olurdu elbette. Ruanda’da yaşasak başka. Fakat coğrafyadan bağımsız düşler de vardır ki yazar iyi metinler yazarak o güzel düşlerin gerçekleşmesine katkıda bulunabilir. Buna yanılsama demiştim yukarıda. Fakat bu yanılsamaya kapılmadan da yazmak zor. En azından benim için böyle.

Salâh Birsel’i okudukça sözcükleri daha çok sevdiğinizden söz ediyorsunuz. Salgınla birlikte dilimize yenileri de girdi. Sizin sözcük dünyanızın sınırları nereye kadar uzanıyor? Örneğin, “işlenmek, evvelsi, vayvilim, kitapperest, şallamşop” gibi kendinizin kıldığınız, size has başka sözcükler de var mı?

Sözcükleri sevmeyen yazar olur mu? Mülkiyeti kimsede değil sözcüklerin. Kullanıldıkça yaşayacaklar, yaşadıkça zenginleşeceğiz. Bugün kullandığımız sözcüklerden bazıları Ataç’ın “uydurduğu” sözcükler. Uydurduğu bazı sözcükleri ise kullanmıyoruz. Çünkü sözcüklerin de kendi yaşamları var.

Daha çok sevdiğim sözcükler var elbette, daha çok kullandıklarım. Fakat her ölen sözcükle, kullanımdan düşmüş her sözcükle meramımızı anlatmak zorlaşıyor. Çok yaşasın sözcükler!

Son soru, edebiyatın bir insana verebileceğini tek sözcükle söylemenizi istesem, o ne olurdu?

Özgürlük. Daha doğrusu, özgür olma isteği. Mevcut olanın değiştirilebileceğine, başka türlüsünün de olabileceğine dair bir umut fişeği.

Teşekkürler…

Ben teşekkür ederim. Keşke bu kadar acımız olmasaydı. Keşke edebiyat konuşmaktan hicap duymayacağımız bir coğrafyada yaşasaydık. Keşke kötülüğün, zorbalığın, hukuksuzluğun adı kader olmasaydı. Fakat değiştireceğiz, mecburuz buna, başka çaremiz yok.

edebiyathaber.net (7 Mart 2023)

Yorum yapın