Kısa öykünün tarihi boyunca kendisiyle ilgili yapılan her türlü tanımı reddettiği, bu tanımlamaların kısa öykü için birer girişimden öteye geçmediği görülür. Dolayısıyla aşağıdaki satırlar da “tanımlama çabası” olarak görülmelidir.
Kısa öykü, “modern hayatın” alışılmış, sıradan, basmakalıp, kendini tekrar ederek öldüren yanlarına karşı muhalif duruşu esas tutan, bu duruştan ödün vermektense yok olmayı tercih eden türdür çünkü uzlaşmazlık, türün varlık nedenidir. Amacı, söz konusu hayatın aksayan, baskıcı, yoz değerlerini bulup çıkarmak ve ortaya koymaktır; asla daha fazlası değil. O sözünü söyler ve çeker gider. Eyvallahı yoktur; ne dediyse ortadadır ve asla anlattığını açıklamaz. Açıklama ve fazlalıkları sevmeme, kısa öykünün çıkmayasıca huyudur. Gördüğünü göstermekten ve eteğindekileri dökmekten başka bir şeyle ilgilenmez kısa öykü. Ne açıklamak kaygısına düşüp uzatır, ne de anlattığı anlaşılsın diye değiştirir yolunu.
Onun için yapılagelen tanımlamalar o kadar fazladır ki, kısa öyküye göre her biri geçerli olduğu gibi, hiçbiri geçerli değildir. Bugün ona “ele avuca gelmez” denmesinin sebebi de budur. Diğer yandan, tanım çokluğu, kısa öyküyü kontrol edebilme, belli kalıplara sokarak denetleyebilme amacına yönelik eylemdir; türün buna izin vermemesi, modern hayatla uzlaşma, ona koşut gitme ve böylelikle modern insanın açmazlarına karşı körleşme korkusundandır.
İşte Onur Çalı’nın Sıcak Nal Yayınları arasından çıkan ilk öykü kitabı Eksik Yıl’da rastladığımız özellikler bunlar. Kitapta zekice buluşlarla bezeli, yer yer deneysel denebilecek biçimsel deneme ve kurgular içeren yirmi bir kısa öykü bulunuyor.
Öykülerin hemen hemen hepsinin bireysel ya da toplumsal bir farklılığa, farklı olduğu için ötekileştirilen durum, olay ya da kişilere yöneltilmiş bakışı, kitabın geneli için şu sonuca varmayı sağlıyor: Bunlar kısa öykü çünkü eleştirisini her türlü kuruma (askerlik, siyaset, din, ticaret, aile, evlilik, cinsellik…) yöneltirken, kişilerin de söz konusu kurumlar içinde takındıkları çelişkili, açmazlı tutumlara değiniyor öyküler. Göze hoş görünmeyen ve kimsenin söylemeye cesaret edemediği o çelişkileri bulup çıkarıyor, ortaya döküyor Eksik Yıl. Bunu yaparken, klasik anlatı yerine modern anlatının çerçevesinden bakıyor yazar. Yetinmiyor; anlatımında çoğu kez ironi ve mizahtan yararlanıyor. Bu da, Eksik Yıl öykülerinin ayırdedici niteliği.
Ambroce Bierce’ın Şeytanın Sözlüğü kitabı ile metinlerarası ilişki kuran, Sivas katliamı üzerine yazılmış “Temmuz’u Almak Satamadan Götürmek” adlı öyküde sıkı bir şiir okuru çıkan Şeytan şöyle konuşuyor nitekim:
“Ben kesinlikle insan yakmam… bizzat Tanrı’ya isyan etmiş olan ben, Tanrı’ya karşı gelenleri yakmakla, onları cezalandırmakla uğraşacağım öyle mi? İnsanların böyle zannetmesi normal aslında çünkü hep onun yazdığı kitapları okudular.”
İroni, Bandista’dan bir alıntıyla açılan, barikat-tarikat sözcük oyununa yaslanan, “çevreci” öykü “Ağaçları Kurtarma Komitesi”nde de karşımızdadır:
“Karşı güçler ellerinde otomatik testerelerle tekrar saldırmaya hazırlanıyorlardı. Mustafa taksi durağının arkasından dolaşıp siperlere ulaşmaya çalıştı. Kıvraklı kadınların arkasına takılıp yürüdü. Konuşmalarından, birilerinin de insanları tarikata çağırdığını öğrendi. Demek belediye dışında bir cepheyle daha mücadele etmeleri gerekecekti. Ama önce ağaçlar!”
Eksik Yıl, özellikle “Kırmızı”, “Köpükten Aşk”, “Çay Tabağındaki Şeker Ayı”, “Şubat Kâbusu”, “Necibe’nin Kaşları Kare” öyküleriyle kadınların sorunlarına, kadın olma hallerine ilişkin söyleyecek çok söz, yazılacak çok öykü olduğunu kanıtlıyor. Bu duyarlılıkta, yazarın kadın araştırmaları konusunda yüksek lisans yapmasının payı olmalı. Kadın yazarların elinden bile bu denli incelikle çıkmayabiliyor böylesi…
Örneğin “Şubat Kâbusu”nun evcilik oynayan çocuklarına bakalım:
“Gülayşe korkudan ne yapacağını şaşırdı. Şimdiye kadar Muratcan’ın annesini oynamıştı. Muratcan, kendi babasını oynamaya başladığına göre o da kendi annesi gibi dayak mı yiyecekti şimdi?! Annesi dayak yerken hep düşündüğü şeyi yaptı. Babanın vurmasını beklemeden o vurdu. Gülayşe bir yandan ağlıyor, bir yandan Muratcan’a vuruyordu. Bir an durursa Muratcan üzerine çullanıp, tekmeleyebilirdi. Bu durumda, tıpkı annesinde olduğu gibi, karnındaki bebeğe bir şey olabilirdi. Kan akabilirdi her yere. Durmamalıydı. Muratcan korkudan ve üzüntüden ne yapacağını bilemiyordu. Ağlamamak için zor tutuyordu kendini. Babasını hiç ağlarken görmemişti ama şimdi babasını düşünecek hali yoktu.”
Kitapta, öykülerde geçen alıntı ve göndermelerin kaynakçasına sonda bir sayfa ayrılmış. Bu da çok isabetli olmuş. Yazar böylelikle bize sanki şunu demiş: Kısa öykü, açıklamayı sevmediğinden ve okurunu “biliyor” addettiğinden, alıntı içerse de bu alıntının nereden yapıldığını ilgili sayfada belirtmez. Zaten aksi, kurmacanın ruhuna da aykırı olurdu…
İncelikli, özenli, anlatmak istediğini bağırmadan, sakinliği koruyarak anlatan öyküleri barındırıyor bu kitap. Şiirin lirik, imgesel dünyasını da misafir ediyor satırlarına. Diyeceğim o ki, Eksik Yıl, edebiyatımızda son yıllarda giderek daha güzel örneklerine rastladığımız kısa öykülere yenilerini ekliyor.
Zeynep Sönmez – edebiyathaber.net (24 Aralık 2012)