Yine seni seyrettim!
Sonsuz maviliğin kıyısında, ortasında ya da biraz uzak bir kenarında rastlarız onlara. Zaman zaman mahzunluğu gövdesine yapışan yosunlardan okunan deniz fenerlerinden bahsediyorum. Denizin ve denizcilerin bu hüzünlü ama mağrur arkadaşını Ertuğ Uçar’ın kitabı Dünyayı Seyretmek İçin Bir Yer karşıma çıkardı tekrardan. Tekrardan diyorum çünkü bu güzel öykü kitabı geçen sene bir yolculuk esnasında talihimin de yardımı sayesinde uğradığım Molfetta’daki (Bari) şirin mi şirin deniz fenerini hatırlattı bana. Boyuna pek uzun olmayan sadece spiral bir merdiveni ve 360 derece görüş alanı olan küçük balkonuyla bana büyük bir göz ziyafeti çektirmişti bu fener. Kitapta anlatılan hikayelerse, daha önce pek içli dışlı olmadığım “deniz” ile beni fazlasıyla yakınlaştırdı. Molfettadaki o küçük feneri kendim için bir dönüm noktası olarak ele alırsak, Uçar’ın kitabının da bu dönüm noktasının ileri kilometreleri olarak görebiliriz.
Oniki öyküden oluşan kitabında, Uçar’ın deniz ve denizle ilgili her şeye ne kadar hayran olduğunu anlamak pek zor değil. Yazar konusuna o kadar vâkıf ve anlatmaya o kadar hevesli ki siz de farketmeden kaptırıveriyorsunuz kendinizi öykülerin havasına. Anlatılan öykülerin kimi Anadoludan kimiyse Britanya adasının bilinmeyen bir köşesinden yoğrulmuş. Hayatlarından bihaber olduğumuz deniz feneri bekçilerinin dünyasından, yöre halkının menfaati yüzünden artık alışageldik kazalara kadar geniş bir yelpazede çeşitleniyor Dünyayı Seyretmek İçin Bir Yer. Zamanımızda teknolojinin de hoyratlığıyla yalnızlığa tamamen terkedilmiş olan deniz fenerlerini, şanı hala dilden dile dolanan ama talihsiz bir doğal afet sonucu yitirilen İskenderiye fenerinden bahseden hikayeler takip ediyor. Ana temasını yalnızlık üzerine işleyen bu öykülerin yaşamın estetik ve kültürel tarafından zevk alanlara hüzün vermemesi imkansız.
“Bu yaşamın görevleri, keyifleri, hatta sıkıntıları bile bir takvime bağlanmıştı.” diyor kitabının Gelidonya isimli öyküsünde yazarımız. Hayatlarını, sorumlu oldukları denizde seyreden gemilerin ve onların içindeki insanların güvenliğine adamış bekçilerden bahsederken yazarın tarif ettiği bu hâl, çoğumuzun içinde bulunduğu rutin yaşamdan o kadar farklı o kadar ilginç ki beni cezbetti doğrusu. İyi ya da kötü yanlarını tartışmaya gerek bulmadığım bu hayat, fikrimce “olağan”dan epey farklı olmasıyla başlı başına bir esin kaynağı. Uçar da benimle aynı fikre sahip olmuş olacak ki Bekçi isimli apayrı bir öyküsü karşılıyor bizi kitabının ileriki sayfalarında. Bu öyküsünde onların hayatından minik minik kesitler sunuyor bizlere.
Beyaz adlı öykü için söylenebilecek tek bir şey var: ”Yaşamın hayhuyundan ölesiye sıkılmış bireylerden, bir diğer deyişle bizim aramızdan hangimizin arzusu olmaz en azından bir altı ay köşemize çekilip engin denizi seyretmeyi ve daha da önemlisi ona hükmetmeyi?” Bu cümleyi öykünün sonuna aldığım kısa bir nottan aktardım. Hikaye, hayatının hiç olmadık döneminde hiç olmadık bir anda bekçiliğe soyunan birinden bahsediyor. Bu kişi, bekçiliği neden ve ne için seçtiğini kendine tam olarak açıklayamasa da, açık olan bir şey var ki geçici bekçiliğe kabul edilerek aradığı huzuru buluyor ve yoz karmaşadan kendini çekip çıkarmış oluyor kısa bir süreliğine de olsa.
Özetle, günümüzde fazla baskı şansı bulmayan öykü kitaplarının arasından sivrilen bu okuması ve incelemesi gayet zevkli öykü kitabı büyük bir övgüyü hakediyor. Ertuğ Uçar’a ve kalemine, bu kısa öyküler için teşekkürler!
Onur Işık – edebiyathaber.net(21 Ocak 2011)