Uzunca bir süredir yürümekteydi. Normal bir vakitte olsa önünden geçen silik siluetlere kindar bakışlar fırlatıp önünden çekilmesini emretmezdi. Sonraki konağına yetişme telaşı ritüellerini alt üst ediyordu. Tam önündeki Bremen mızıkacılarının hizasındaydı şimdi. Ne de sevmişti ona ilk okunduğunda bu masalı. Eşeğe âşık olduğu bile söylenebilirdi. Bütün yaramazların yükünü çeken o kahır hayvanıydı sonuçta. Heykel ona, o heykele bakıyordu. Masalın pasajları zihninde dönerken… Ana hatlar dışında hatırladığı, ama durun orada! Masal bir yana, bu karakterlerin masalda ne işe yaradığını bile hatırlamıyordu. Daha fazla kurcalanmasına izin vermedi hafızasının. Eskiden olduğu gibi en az beş dakikalık bir süre boyunca heykeli taşıyan kaideye yaslanıp sigara tüttürmeyecekti bu sefer.
Mızıkacıları bu soğukta kendi hallerine bırakıp yola devam etti. Kırk haramiler geçiyordu şimdi önünden. Bu saatte bu kadar insanın ne işi olurdu ki dışarda? “Açıl susam açıl!” diye bağırmak istiyordu önündeki kalabalığı yarmak için. Temposunu düşürmesine rağmen varmıştı hedefine. Durağa geldiğinde çoktan kaçırmıştı tramvayı. Bir sonrakinin daha on dakikası vardı. Ama en azından daha fazla koşmasına gerek yoktu. Saatine bakmayı bıraktı, etrafındakileri seyre koyuldu. İnsanlar, özellikle soğuktan tir tir titreyen genç erkekler çekingen bakışlar fırlatıyordu ona. Bacaklarını sımsıkı saran uzun çorabı davetkâr gözüküyor olmalıydı. Yavaş yavaş yukarı çıkıyordu gözleri. Şimdi bu soğuk için fazla cesaretle sergilenen göğüslerine odaklanmışlardı. Biraz sonra, onlar kaçar sent için birilerinin dudaklarıyla muhattap olmak zorunda kalacaklar, nereden bileceklerdi ki…
Tramvaya binene kadar hatırlayıp hatırlamayacağını merak ettiği başka masallara yöneldi. “Mesela” dedi “Kül Kedisi.” Bunu unutmamıştı işte! Belirli bir saatte eve dönmesi gereken kızdan çıktı yola. Yoksa şu anki durumuyla bir benzerlik mi taşıyordu bu karakter? Neden olmasın. O da şu anda acilen gitmesi gereken geçici konağına yetişme uğraşındaydı. Evde onu bekleyen üç adet cadı kadın olmasa da, o kokuşmuş odalarda bekleşen cadılar ve şeytanlar bulmak işten bile değildi.
Kar beyaza çalıyordu şimdi saçlarını. Yollarda adımlarının birbiri ardına bıraktığı izlere hayretler ediyordu. İzler saniyeler içinde kayboldu bu tipi altında. “Neden” diye sordu “Külkedisi orospusu yaz vakti (ilkbahar da olabilirdi pek âlâ) o balodaydı?” İşte burada kopuyorlardı birbirlerinden. Mevsimler ayrı düşürmüştü onları dramatik bir şekilde. O, sunturlu küfürlerine yüksek perdeden devam ederken aklına bu masalın sonu geldi. Bir farklılık daha vardı; “o”nun masalları hiç mutlu sonla bitmezdi. Hatta mutlusunu gelin şöyle bir kenara bırakalım, onun bir sonu olduğuna dahi şüpheyle yaklaşabilirdiniz.
İçeri girdiğinde Pamuk Prensese dönüşebileceğini düşündü. Tükettiği şeyler elma olmasa da en az o masaldaki elma kadar zehirliydiler. En büyük ortak noktası onun beslendiği şeylerin de o zehirli elma gibi onu birçok sefer ölüme yatırmasıydı. Meslek hastalığı onu bırakmamıştı. Herkesin bir direnç noktası vardır. Onunki bu kadardı işte. Onu suçlamakla bir yere varamadı kimse. Kendi ailesi bile…
“Bak! Her şey konuştuğumuz gibi ne eksiği ne fazlası.” ‘Elma’yı veren bu kez kendisiydi. Roller çoktan değişmiş; kurallar bildiğimizden hep farklıydı zaten. “Dilimi, dilim dilim etsen de unutamam bunu.” dedi karşısındaki. Halılar düşündüğünden ıslak, kokularıysa köpekti. Pamuk prenses de taze yeşil üzerinde yalınayak dolaşırken böyle ıslak mı hissetmişti? Bir şeyler yanlış olmanın çok ötesinde seyrediyordu, karşısındaki de onu…
Bulutlar yere değiyordu. Bu onun için sorun teşkil edecek bir durum değildi. Sıfırların birkaç rakamın yanında boy göstermeye başlaması yeterince tatmin ediciydi. Böylece cüceler onu camdan bir mezara koyabilecekti.
“Sen sen ol” dedi karşısındakine “nane şekeri çiğne. Cüceleri de dinleme. Ayıldığımda aynı prenses olmayacağım.”