Tarihte en fazla merak edilen imparatorluklardan biri de Osmanlı İmparatorluğu’dur. Ancak okullarda bize bu imparatorluğun neredeyse hep savaşlarda geçen tarihi anlatılır. Orhan Bahtiyar ise son romanı “Ateş Kırmızısı”nda, merak edilen bu imparatorluğun sanat hayatına, İtalyan Ressam Fausto Zonaro’nun hayatı ile ışık tutuyor. Biz de Edebiyat Haber okurları için; Orhan Bahtiyar ile Zonaro’nun, gelmiş olduğu dönem ve Ateş Kırmızısı üzerine samimi bir sohbet gerçekleştirdik.
Son romanınız “Ateş Kırmızısı’’nda Abdülhamit Döneminde, Osmanlı Devletine göç etmiş olan İtalyan Ressam Fausto Zonaro’nun hayatını kaleme aldınız. Sizi Zonaro’nun romanını yazmaya iten sebep neydi?
Zonaro ile tanışmam Sunay Akın sayesinde oldu. Son romanımı yazdıktan sonra yeni bir romanın araştırmasını yaparken, Sunay Hoca’dan geri bildirim aldım. O da bana: “Daha önce yazdıklarının bir seviye üstüne çıkmalısın. Çok farklı ve senin entelektüel birikimine katkı sağlayacak bir şeyler yazman lazım’’ dedi. Bunun sonucunda da bir ressamla ilgili roman yazmak istedim. Üzerine odaklandığım sanatçı da Abdülhamit döneminde Osmanlı topraklarına gelen Zonaro oldu. Çünkü Abdülhamit, Osmanlı tarihinde en çok tartışılan ve bundan sonra da tartışılmaya devam edilebilecek bir isim. Hakikatten araştırmalarımda da gördüm ki çok ilginç bir adam. O yüzden Zonaro üzerine bir roman yazmaya karar verdim. Ayrıca roman, o dönemin İstanbul’u ve sanat çevresi hakkında da bilgi veriyor. Bana bu romanı yazdıran sebep bunlar.
Peki, bize biraz romanın ana kahramanı olan Zonaro’dan bahseder misiniz? Zonaro kimdir, İtalya’dan, Osmanlı Devleti’ne neden göç etmiştir?
Aslında Zonaro, İstanbul’a gelmeden önce İtalya’da da tanınmaya başlıyor. Fakat İtalya’da hak ettiği değeri tam olarak görmediğini düşünüyor. Dergilerde kendisi hakkında pozitif anlamda eleştiri yazıları çıkıyor fakat ona rağmen Zonaro, İstanbul’a geliyor. Çünkü etrafından, İstanbul ve Abdülhamit’le ilgili çok iyi şeyler duyuyor. Zonaro, Abdülhamit’in sanatçılara ne kadar değer verdiğini, onları nasıl koruduğunu; sanatçılar için de İstanbul’un ne kadar yaşanılabilir olduğunu gördükten sonra İstanbul’da yaşamaya karar veriyor ve sonrasında İstanbul’a yerleşiyor.
Romanda sadece Zonaro değil de Osmanlı Bilim tarihine hatta günümüzün bilim tarihine çok önemli katkıları olan Besim Ömer’den, işte Osmanlı’da müzeciliğe, resme, arkeolojiye çok büyük katkıları olan Osman Hamdi’den de bahsediyorsunuz. Bize biraz bu isimlerden bahseder misiniz? Romana başlamadan önce bu isimleri ele almak aklınızda var mıydı?
Bir romana başlarken benim için romanının başı ve sonu bellidir, ortası boştur. Roman bir süre sonra kendi kendisini yazar. Ayrıca romanı yazarken de sürekli araştırmalar yaparım. Yapmış olduğum bu araştırmaların sonucunda da elde ettiğim enteresan bilgileri; ek hikâyeler ve alt bilgiler olarak romanda kurgularım. Besim Ömer ve Osman Hamdi ile ilgili yapmış olduğum araştırmalar da buna örnek olarak verilebilir. Besim Ömer, çok önemli bir karakter. Anadolu topraklarında, ilk doğumhaneyi kuran bir bilim insanı. Hatta o dönemde İstanbul halkı, doğumhaneye “piçhane’’ diyordu. Halk doğumhaneyi çok kötü bir yer olarak görüyordu. Halkın o dönemdeki eğitimsizliği bu fikri insanların kafasına yerleştirmişti. Besim Ömer, bir anlamda da Abdülhamit tarafından destekleniyordu. Fakat Abdülhamit, Besim Ömer’i desteklendiğinin bilinmesini istemiyordu. Çünkü kendisine gelebilecek olan tepkilerden korkuyordu. Ama bir yandan da Besim Ömer’e gerekli olan yeri veriyor ve yardımları yapıyordu. Hatta romanı okuyanlar şunu görecektir: Besim Ömer, gazete ilanı ile hasta arıyor ve kimse gelmiyordu. Gazete ilanı ile hasta arayan bir doktoru düşünün, ne kadar zor bir durum! Osman Hamdi’yi ise zaten anlatmaya gerek yok. Osman Hamdi, Anadolu topraklarının yetiştirdiği en iyi ressamlardan. İlk müzeci, Kadıköy’ün ilk belediye başkanı, Sanayi-i Nefise’nin de kurucusu ve Anadolu’dan kaçırılmak istenen pek çok tarihi eseri yine Anadolu’da tutan önemli insanlardan bir tanesi. Zaten o çok bilinen “Kaplumbağa Terbiyecisi’’ tablosunun da ressamı.
Romanın kurgusunda, Osmanlı’da önemli bir meslek grubu kabul edilen “Tulumbacılar’’ da en Zonaro kadar önemli bir yer tutuyor. Bize tulumbacılardan bahseder misiniz?
Zonaro’nun çok önemli ama kayıp bir tulumbacılar tablosu var. Aslında Ateş Kırmızısı, Zonaro’nun bu tablosunun nasıl kaybolduğunu kurgu ile anlatıyor. Bu bir biyografi kitabı değil, roman. Romana da kurguyu katmak zorundasınız. Sonuçta Zonaro’nun yayınlanmış anıları var. Ben de bu anıları kurgulamadan, aynı şekilde yazmış olsaydım roman olmazdı. Tulumbacılık mesleğini de şöyle görmek lazım: Şimdiki dönemde futbolculuk ne kadar popülerse, tulumbacılık da o dönemde bu kadar popülerdi. Tulumbacılık hem bir meslek hem de spor olarak görülüyordu. Hangi mesleğe sahip olursanız olun, tulumbacı olabiliyordunuz. Özellikle de kabadayılar tulumbacılığa rağbet gösteriyor. Bunlar, külhanbeyi değil ama külhanbeyliği çok daha farklı. Külhanbeyliği kabadayılığın kötü tarafıdır. Külhanbeyleri; zorbalık yapar, mahallenin namusuna göz diker… Ama kabadayılarda durum bunun tam tersidir. Kabadayılar, hep mazlumun yanındadır, mahallenin namusunu korur. Bu insanlar da tulumbacı olur. Ama sadece kabadayılar değil, defterdarlıkta çalışan tulumbacılar da var. Bu adamlar tulumbacı kıyafetlerini hep içlerinde taşır. Günlük giysilerini, tulumbacı kıyafetlerinin üzerine giyinir. Kuleden yangın narası atıldığı zaman, üst değiştirme olmaz, onunla vakit kaybetmezler. Mesela tulumbacıların koşu çeşitleri var. Yolun durumuna göre koşuları değişir; kuzu ayağı, düşük ritim gibi. Bir de taşıdıkları tulumbanın hilal şeklinde bir tepeliği var. Bir tulumba sandığının ne kadar disiplinli ve iyi eğitimli olduğu o hilalin az hareket etmemesiyle alakalıdır. Çok ilginç tulumbacı hikâyeleri de var mesela. İngiliz Hidayet… İngiliz Hidayet’in gerçek adı George. George, babası ile bir sirk kumpanyası için Osmanlı Devleti’ne geliyor. Fakat daha sonra geri dönmüyor ve burada kalıyor. George eş cinsel bu arada. Tulumbacıların arasında kalıyor ve bir süre sonra kendini tulumba sandığında buluyor. Sonra bir gün sünnet töreni izlerken, George’u zorla alıp, sünnet ediyorlar. Sonra sen hidayete erdin diyerek, adını Hidayet koyuyorlar. Adı da İngiliz Hidayet olarak kalıyor. Böyle birçok tulumbacı hikâyesi var.
Ateş Kırmızısı Abdülhamit döneminde geçiyor. Söyleşinin de başında bahsettiğiniz gibi Zonaro, Abdülhamit’in sanata ve sanatçıya verdiği değeri bildiği için Osmanlı Devleti’ne geliyor. Biraz da Abdülhamit’in sanata ve sanatçıya verdiği değerden bahseder misiniz?
Abdülhamit’in kendisi zaten bir zanaatkâr. Çok iyi bir marangoz. Sanata karşı olan duyarlılığı da buradan geliyor. Özellikle; resme ve müziğe… Abdülhamit, bunların dışında tiyatroya da çok önem veriyor. Mesela şöyle anlatayım: Örneğin; bir saray çalışanının çalışmasından rahatsız, aşçı diyelim. Aşçının yemeklerini veya çalışma sistemini beğenmiyor. Normal şartlarda o aşçı saraydan atılır, biraz daha ileriye gitmişse kafası vurdurulur. Abdülhamit ise kişiyi uyarmak için iki sahneden oluşan bir komedya yazıyor. Ama her saray çalışanı için geçerli bu. Yazmış olduğu bu komedyayı da saraydaki İtalyan tiyatro grubuna oynattırıyor. Bu oyunu izlemesi için bütün saray çalışanlarını topluyor. Herkes tedirgin geliyor, “acaba hangimize tokadı vuracak’’ diye. Ama ilk on dakikada komedyanın kiminle ilgili olduğu ortaya çıkıyor, sonrasında ise herkes rahatlıyor ve oyuna gülüyor, aşçı hariç. Çünkü orada tokat aşçıya vuruluyor. Yani görüldüğü gibi aşçının kendisine çeki düzen vermesi bir tiyatro oyunu vasıtasıyla isteniyor. Keza Abdülhamit dönemindeki saray ressamlarına da bakacak olursak, hep önemli isimler; Zonaro’dan önceki saray ressamı da bir İtalyan, Abdülhamit’in etrafında toplandığı ressamlar da çok önemli isimler; Osman Hamdiler, Şeker Ahmetler…
Bir padişahın ülke sınırları içerisinde yaşayan ressamdan haberdar olması çok zordur. Abdülhamit, Zonaro’dan nasıl haberdar oluyor?
Abdülhamit’in tamamı beyaz atlardan oluşan koruma alayı var, Ertuğrul alayı. Bu alayın atlarının beyaz olma sebebi ise Abdülhamit’in, Fatih Sultan Mehmet’e karşı duyduğu hayranlık. Abdülhamit, Fatih’in İstanbul’un fethinde kullandığı beyaz atı çok seviyor. Ertuğrul Alayı her cuma günü Galata Köprüsü’nden geçiyor. Zonaro’da, bir gün beyaz atlardan oluşan bu alayın geçişine denk geliyor. Zonaro alayın geçişinden çok etkileniyor ve onların geçişi esnasında bu alayı resmetmeye başlıyor. Bir süre sonra Zonaro, alaydakiler tarafından fark ediliyor. Daha sonra alayın İtalyan mızıkacıbaşısı, Zonaro’yu ziyaret ediyor. Sonrasında ise alayın komutanı Ertuğrul Paşa geliyor ve Zonaro ile tanışıyor. Zonaro’nun yapmış olduğu Ertuğrul Alayı resmi bittikten sonra da Ertuğrul Paşa resmi saraya sunuyor. Abdülhamit de böylece resmi görüyor ve beğeniyor. Abdülhamit’in, Zonaro ile tanışması bu şekilde oluyor. Zonaro da saray ressamlığına giden yolun kapısını böylece açmış oluyor.
Peki, Zonaro, Saray Ressamı olduktan sonra Abdülhamit’in tablosunu yapabilmiş mi?
Yapmış tabii! Hatta şunu demiş: “Sizin tablolarınızın bir sürü kötü taklidi var. Herkes yapıyor ama çok kötü bunlar. Müsaade edin birde ben yapayım.’’ Hakikatten de o dönemde Abdülhamit’in resimleri çok kötü yapılmış. Zonaro, böylece Abdülhamit’in güzel bir resmini yapmış.
Ateş Kırmızısı’nı elimize aldığımızda Zonaro’nun dışında bir başka ressam daha dikkatimizi çekiyor, Can Ersal. Can Ersal’ın romana resim çizme fikri nasıl ortaya çıktı?
Ben, aynı zamanda Düştepe Oyun Müzesi’nin müdürüyüm. Orada Jules Verne’nin, “80 Günde Devr-i Âlem’’ kitabının 1883 yılında basılmış olan ilk baskısı var. O baskıyı incelerken, kitabın, her bölümünün başında çok güzel gravürlerin olduğunu gördüm. Ateş Kırmızısı da 1890’larda geçiyor. Bu tarihi havayı kitaba verebilmek için Ressam Can Ersal’ın yanına gittim. Abi dedim: “Böyle bir şey düşünüyorum ne dersin?’’ O da bu düşüncemi pozitif karşıladı, çok hoşuna gitti. Beraber çalışmaya başladık. Geceleri sürekli, uzun uzun telefonda konuştuk. “Buraya ne yapalım? Burada ne olsun?’’ gibi… Can abi sürekli eskiz yapıp yolladı ve kitabın son hali ortaya çıktı. Kitabın içinde ki bu resimler okuyucular tarafından çok ilgi gördü. Resimler kitaba çok değer kattı.
Zonaro bildiğimiz gibi İtalyan bir ressam. Peki, İtalyanlar bu romandan haberdar mı?
İtalyanlar, romandan haberdar mı değil mi henüz bilmiyorum. Çünkü Türkiye’nin, Roma Büyükelçiliği kitaptan haberdar oldu ve benden bu kitabı istedi. “ Kitabı, İtalyancaya çevirip, yayınevleri ile temasa geçerek; Türkiye ve İtalya arasında kültür köprüsü kurmak için bastırmak istiyoruz’’ dediler. Ben de onlara kitap ile birlikte, özetini yazıp yolladım. Fakat her şey güzel giderken büyükelçi değişti, daha sonra 15 Temmuz olayları oldu ve her şey rafa kalktı. Şu an da ne olur bilmiyorum.
Ateş Kırmızısı sizin dördüncü romanınız, bundan sonra bir roman çalışmanız var mı? Biraz ipucu verir misiniz?
Tabii ki var! Hatta kafamda beş romanımın konusu hazır ama bunları yazabilmek mesele. Yazabilmem için; çok yoğun araştırmalar ve ciddi kurgu denemeleri yapmam lazım. Bu süreç, çok kolay bir süreç değil. Zaten benim yazdığım bir roman birkaç seneden önce bitmiyor. O yüzden önümüzdeki on seneyi kapatmış durumdayım.
Melih Yıldız – edebiyathaber.net (28 Eylül 2016)