İstanbul Caz Festivali’nin afişinde yer alan martı deseni ile resim çalışmaları günyüzüne çıkan yazar Orhan Pamuk, “Son dört yılda resim yapmaya disiplinli bir şekilde geri döndüm. Bu arada da resim malzemelerinin, kâğıtların, fırça uçlu kalemlerin, bütün boya çeşitlerinin çok gelişip zenginleştiğini gördüm” dedi.
Akşam gazetesinden Eyüp Tatlıpınar, Orhan Pamuk’la konu ile ilgili bir söyleşi gerçekleştirdi:
Ressam olacak çocuk
7 ila 22 yaşlarım arasında ressam olacağımı düşünüyordum. Sonra romancı oldum. ‘İstanbul’ kitabımda da ressamlıktan romancılığa nasıl geçtiğimi anlattım. 7 yaşımdan beri resim yapmak bana hayatta şu terbiyeyi verdi: Bir odada tek başına oturup hayal gücünle ve elle çalışmak… İleride ressam olacağım düşüncesiyle çocukluğumda kendimi sanatçı olmaya hazırladım. Sonunda ressam olmadım, yazar oldum. Ama resim yapmak bana sanatçı disiplinini, hayal gücüne saygı duymayı, sanat, edebiyat gibi şeyleri lüzumsuz görmemeyi, bilakis varoluşumun temel unsuru olarak kabul etmeyi öğretti.
Romancılığa esrarengiz adım
Sonra esrarengiz nedenlerle, bilmek, anlamak istemediğim nedenlerle resmi bırakıp romancılığa başladım. 35 yıl yalnızca roman yazdım, resimleri kâğıtların kenarına yaptım. Son dört yılda resim yapmaya disiplinli bir şekilde geri döndüm. Bu arada da resim malzemelerinin, kâğıtların, fırça uçlu kalemlerin, bütün boya çeşitlerinin çok gelişip zenginleştiğini gördüm.
Bu malzemeyi tanımak, onlara hakim olmak bile çok vakit alıyor. Şimdi sürekli olarak defterlerim var. O defterlere ve bazı kâğıtlara resimler yapıyorum. Resim yaparken ‘Benim Adım Kırmızı’ romanımda anlattığım gibi, sanki elim kendiliğinden yapıyor da ben aklımla olup biteni daha sonra anlamaya çalışıyorum.
Mutluluk resimde
Resmi düşünerek değil sevgiyle yapıyorum. Romancıyken daha düşünerek davranıyorum. Resmi ise içimden geldiği gibi yapıyorum. Buradaki temel fark bu. Şu son dört yılda epey resim yaptım. Çocukluğumdaki resim yapma hazzını, faaliyetini tekrar keşfettim. Şu sonuca vardığımı söyleyebilirim: Resim yapmak beni o anda roman yazmaktan daha mutlu ediyor. Ama roman yazınca dünyanın daha çok içine girdiğimi, dünyayı kavradığımı, daha mantıklı, daha derin bir şey yaptığımı hissediyorum. Resim yaparkense o andaki sanatsal faaliyetin, o anda araştırma yapmanın zevklerini tadıyorum.
Resime dönmemin nedeni karanlık
Yeniden resme ilgi göstermemin nedeni karanlık. İnsan neden yazı yazar, neden resim yapar? Edebiyatta da öyledir. Yalnızca bir mesaj vermek, söyleyeceğiniz bir şey olduğu için değil. Yazıyı seversiniz, kelimeleri seversiniz. Boyayı, fırçayı kalemi seversiniz. İçinizden gelir, bir şeyler yazarsınız. Bir kuşun uçuşunu yazmak ya da bir kuşu uçarken resmetmek; bunlar benzer duygulardır. Dünyayı saptamak, onu saptarken insanın kendini de ifade etmesi… Dünyanın ışıklarına, detaylarına, renk değişimlerine dikkat etme… Resim ve edebiyat benzer sanatlardır. En ideal haliyle aynı şiirsel etkiyi yaratmaya çalışırlar.
Bir dukkana girdim hayatım değişti
Masumiyet Müzesi’ni roman olarak, 2008’de bitirdikten sonra müzeyle de meşgul oluyordum. Bir gün ayaklarım kendiliğinden bir dükkâna girdi ve resim malzemesi aldım. Ve defterlere resim yapmaya başladım. Bir çeşit çocukluk, gençlik mutluluğunu bulmak gibi oldu bu. Bu resimleri hiçbir amaç gütmeden, sırf resim yapma zevki için yapıyorum. Roman yazarken bunların yayınlanacağını düşünürüm. Düzeltirim, okuru düşünerek son şeklini veririm. Resimleri içimden geldiği gibi yapıyorum ve bir hedef kitlem, “Bu resimlere kim bakacak, ne olacak?” gibi bir planım, tasarım yok. İçimden geldiği gibi defterleri dolduruyorum.
Çizmesi en güzel: gemi, martı, karga
Çok bariz bir şekilde gemi, karga, martı resmi yapmak geliyor içimden. Bir İstanbul çocuğu olduğum için belki. Bütün hayatım bunlarla geçtiği için. Bu resimleri ne kadar çabuk yaparsam ve ne kadar kendiliğinden yaparsam o kadar çok seviyorum. Bu resmi de İstanbul’u yansıttığı için Bülent Erkmen’e afiş yapsın diye verdim ama o haklı olarak “Çerçevesiyle, her şeyiyle bitmiş bu resim” dedi. Bunun neresine yazı koyacağını çıkaramadı. Ben de ona hak verdim. Aynı defterin başka bir sayfasındaki o martı resminden hareket ederek, resmin altının bir kısmını beyaz bırakarak, martının hareketini çok güzel bir şekilde vurguladı. Afişten ben de memnunum. Bir seferde yaptığımızı sanmayın. Defalarca resim gitti geldi, gitti geldi. Harfleri yerleştirdik. Resimden yola çıkarak Erkmen’in yaptıgı bu afişten memnunum. Yaparken zevk aldık.
Manzara yukardan güzel
Yukarıdan manzaraya bakmayı severim. Roman yazarken de yukardan manzaraya bakan bir odam olsun isterim. Şükürler olsun ki 15 yıldır Cihangir’de böyle bir yerde oturuyorum. Yani Boğaz’ın girişine bakıyor. ABD’deki evim de manzaralı. Bazen roman yazmak için bir yere, İstanbul dışında bir otele gideceksem orada da uzaktan denizin görünmesini, dağların görünmesini isterim. Bunlar hem kafamı, düşüncemi rahatlatır, ufuklara uzaklara bakarak düşüncemi açabilirim, hem de elim gördüğü şeyi bin kere çizer. Hayatım boyunca sürekli roman yazdığım için, elim kendiliğinden kalkar ve bir şeyler çizmeye baslar.
Sergilemek istiyorum ama…
Geleneksel ya da modern tarzda resimlerimi bir galeride sergilemek, bir resim sergisi açmak için yapmıyorum bunu. En belirgin özelliği resimlerimi defterlere yapıyorum. Resimlerimi bir gün birilerine gösterme isteği içimde var. Ama o defterlerin içindeki şeyleri göstermek istiyorum. Bir defterde 100 sayfa oluyor. Bir galeride hangi sayfasını açacaksınız. Bunlar kitap olabilir. Bu konuda zaman zaman düşünüyorum. Bazen “Deftere yapmayayım, kâğıda yapayım belki sergilerim” diyorum ama canım deftere yapmak istiyor.
Yazdığımı önce resim olarak düşünürüm
‘Saf ve Duygusal Romancı’ kitabımda anlattığım gibi anlattığın sahneyi önce resim olarak düşünürsün. Bunu hayal gücünüzde geliştirirsiniz. İlle de bunu resmetmezsiniz. Ama düşündüğünüz, kafanızdaki resme uygun kelimeleri seçersiniz. Temel edebi tasvir faaliyeti budur.
Gizemli ressam Ahmet Işıkçı kim?
Ahmet Işıkçı çok değerli bir ressam, mahremiyetini bana açtığı için şeref duyuyorum. Hikâyesini biraz Cevdet Bey ve Oğulları’nda saygıyla anlattım. Bazı kitaplarımın kapağını yaptı. Perspektif hakkındaki ilginç düşüncelerinden ‘Benim Adım Kırmızı’ adlı romanımda faydalandım. Bu özgün ressamımız hakkında bir monografi hazırlamayı düşünüyorum. Bazen sizin bana söylediğiniz şeyi ben ona söylüyorum. “Ahmet şunları bir yerde sergileyelim ya da ben bir yazı yazayım” derim. Ama o, ressamın dünyevi başarısı, kurulu resim düzeninin onayı gibi şeylerle asla ilgili değildir. Buna saygı duyarım, hatta biraz utanırım kendisinden. Bu değerli arkadaşım medyada görünmekten aşırı derecede huzursuz ve rahatsız oluyor. Daha fazla ona saygısızlık etmek istemiyorum. Anlayışınız için de teşekkürler.
Cinsel istek gibi
Kendiliğinden yaparım resmi. Oturduğum masanın bir çekmecesinde resim malzemesi vardır. Elim kendiliğinden gider. Bazen “Canım resim yapmak istiyor” derim. Ama bu da, ‘İstanbul’ kitabımda da yazdığım gibi, cinsel istek gibi. Birden bire, hiç beklenmedik bir anda içimden gelir. Yaklaşmakta olduğunu da hissederim. Sonra ona koyuveririm, onun tadını çıkarırım. Yani planlı, programlı, ‘şimdi resim yapma saati geldi’, ‘şimdi yemek saati geldi’, ‘şimdi okula gitme saati geldi’ gibi bir şey değil. Bu istek gelir içime. Evet, ne bileyim, sabahın on birinde resim yaptığımı hiç hatırlamıyorum. Genellikle akşam beş altı… Birazcık içki içmek gibi. Derinleşme ihtiyacıyla ilgili. Kendi içine dönme ihtiyacıyla ilgili. İfade etmek, bir eser bırakmak, kâğıtlarla hasır nesir olup, dünyaya duyduğun kızgınlık yüzünden, ona sırt çevirip kâğıdın üzerine kapanmak… Böyle duygular.
Sevdiğim ressamlar; Kafka, Victor Hugo
Kafka resim yaparmış, ya da Victor Hugo. Onların resimlerine bakmayı severim doğrusu. Victor Hugo gerçekten çok yetenekli bir ressamdır. Romantik bir düş gücü vardır. İsveçli oyun yazarı Strindberg de çok iyi bir ressamdır. Geçenlerde ‘Görmeniz Gereken 100 Resim’ diye bir kitaba bakıyordum. Bir tane de Strindberg’den romantik bir resim koymuşlar. İşte bunu kıskandım, o dünyanın en iyi oyun yazarlarından ama ‘görmemiz gereken 100 resimden’ birini de yapmış. Resmin de, sonunda edebiyat gibi, piyango bileti gibi bir yanı var.
En sonunda on binlerce resim yaparsınız, daha demin “Kaç resminiz var?” diye sormuştunuz bana. Binlerce resim yapmak değil mesele… En sonunda düşe kalka bir tanesinde bir şey bulursunuz. O bulduğunuz şeyi gene on bin kere yaparsınız. Gene bir şey bulursunuz. Sonunda yıllarca çalışıp bir iki resim bulmaktır iş. Örneğin Hokusai’nin ünlü ‘Dalga’ resmi gibi. Ya da Picasso’nun kuşu gibi. Munch’un ‘Çığlık’ı gibi… Bunları severim, bir ressamın bununla uğraşması gerektiğini düşünürüm. Birazcık edebiyatta Küçük Prens, İhtiyar Adam ve Deniz, yabancı gibi… Oudipus Rex gibi… Bunlar temel hikâyelerdir. Resimde de ona ulaşmak isterdim. Çok zor, ama “İlla resim yaparken o hedefe kilitlenmişim, illa onu arıyorum” gibi değil. Arada termin, deneme, araştırma, elimle tekrar etme… Bu zevkler de vardır. Resim yaparken kendi kendime ıslık çalarım, konuşurum, müzik dinleyebilirim, roman yazarken bu tür laubalilikler olmaz.
13 Mayıs 2013