Hürriyet gazetesinin haberine göre, Orhan Pamuk’un 2014’te Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkacak “Kafamda Bir Tuhaflık” adlı romanından kendi seçtiği bu bölümde kahramanı Mevlut Karataş’ın ortaokul yılları anlatılıyor. Bölüm, yazarın bu hafta yayınlanacak “Ben Bir Ağacım” kitabında da yer alıyor.
Mevlut’un Ortaokul Yılları
Duttepe Atatürk Erkek Lisesi, Duttepe’yi ve arkasındaki diğer tepeleri İstanbul’a bağlayan yolun başındaki alçak bir düzlüğün üzerine öyle bir şekilde yerleşmişti ki, Bokludere boyunca dizilmiş sonraki mahallelerde, hızla gecekondularla kaplanan diğer tepelerde, bahçelerinde çamaşır asan anneler, oklavayla hamur açan teyzeler, çayhanelerde okey ve kâğıt oynayan işsiz erkekler; okulun turuncu rengi binasını, Atatürk büstünü ve büyük bahçede jimnastik ve din hocası Kör Kerim’in denetiminde sürekli jimnastik yapan(ayaklarında lastik ayakkabı, üzerlerinde pantolon ve kollu gömlekle) öğrencileri çok uzaktan renkli ve hareketli küçük noktalar halinde görebilirlerdi. Kırk beş dakikada bir, uzak tepelerden işitilmeyen bir zil çalar ve yüzlerce öğrenci bir anda bahçeye dağılır, sonra işitilmeyen başka bir zil çalar, hepsi bir anda kaybolurdu. Ama her pazartesi sabahı Atatürk büstünün çevresinde toplanan bin sekiz yüz öğrencinin hep birlikte söylediği İstiklal Marşı tepeler arasında güçle yankılanır, civardaki on binlerce evden işitilirdi.
İstiklal Marşı söylenmeden önce, binanın giriş merdivenlerine çıkan lise müdürü Fazıl Bey, Atatürk’ten, vatan sevgisinden, milletten, unutulmaz eski askerî zaferlerden (Mohaç gibi kanlı ve fetihli olanları severdi) bahseden bir nutuk atar, öğrencilerden Atatürk gibi olmalarını isterdi. Lisenin yaşlı ve bozguncu öğrencileri kalabalıkta Mevlut’un ilk yıllarda anlayamadığı alaycı sözler söyledikleri, kimi terbiyesizler tuhaf, hatta çirkin sesler çıkardıkları için müdürün yanında dikilen muavini İskelet tek tek bütün öğrencileri polis gibi dikkatle gözlerdi.
Müdürün Türkiye’nin geleceği konusunda kalbini en çok kıran şey bin sekiz yüz öğrencinin İstiklal Marşı’nı hep birlikte ve aynı anda söyleyememesiydi. Herkesin kendi köşesinde tek başına İstiklal Marşı’nı kendi bildiği gibi söylemesi, hatta bazı “dejenere yozların” hiç söylememesi müdürü çileden çıkarırdı. Bazan okul bahçesinin bir köşesindeki öğrenciler marşı bitirdiklerinde öteki köşedekiler yarısına gelmemiş olur, marşın hep birlikte, “tek bir yumruk” gibi söylenmesini isteyen müdür, yağmur kar aldırmaz, marşı bin sekiz yüz öğrenciye yeniden yeniden söyletir, bazı öğrenciler de bozgunculuktan ve inattan ahengi bozar, bu da gülüşmelere ve üşüyen vatansever öğrencilerle alaycı ve umutsuz bozguncular arasında kavgalara yol açardı.
İlk yıllarda siyasete hiç karışmak istemediği için Mevlut bu kavgaları uzaktan izler, arsızların şakalarına gülerken İskelet’e yakalanmamak için de yanaklarının içlerini ısırırdı. Ama az sonra ay yıldızlı bayrak göndere ağır ağır yükselirken suçluluk duygusuyla gözleri sulanır ve marşı içtenlikle söylerdi. Hayatının sonuna kadar nerede –hatta filmlerde bile– yükselen bir Türk bayrağı görse Mevlut’un gözleri sulanmaya devam etti.
Mevlut pazartesileri okuldaki bayrak töreninde müdürün istediği gibi, “her şeyi vatanı için yapan Atatürk” gibi olmayı da çok isterdi. Bunun için üç yıllık ortaokulu ve üç yıllık liseyi bitirmesi gerekiyordu. Bunu ne aileden ne de bu yaz sonu geldiği köyden kimse şimdiye kadar başaramadığı için, bu hedef, daha okulun ilk günlerinden Mevlut’un kafasında bayrak gibi, vatan gibi, Atatürk gibi hayali güzel, ulaşılması zor kutsal bir şey olarak kaldı. Duttepe, Kuştepe gibi gecekondu mahallelerinden okula gelen öğrencilerin çoğu ya sokak satıcılığı yapan babalarının veya bir esnafın yanında çalışıyor ve biraz daha büyüyünce okulu bırakacağını biliyor ya da bir fırıncının, bir kaportacının, bir kaynak ustasının yanına çırak girebilmek için sıra bekliyordu. Babaları inşaatlarda, derme çatma atölyelerde, yakınlardaki fabrikalarda işçilik yapanların çoğu da okulu bitirmeyi değil, bir an önce bir yere çırak girmeyi hayal ederdi.
Kimi isyan ve huzursuzluk günlerinde öğrencileri okula polis çağırmakla tehdit eden müdür Fazıl Bey’in en büyük derdi, ön sırada oturan iyi aile çocuklarıyla yoksul öğrenci kalabalığı arasında uyum ve düzen sağlayıp okulda disiplini tesis etmekti. Bunun için, pazartesileri bayrak töreninde veciz bir şekilde ifade ettiği bir felsefe geliştirmişti. “İyi bir eğitim, zenginle fakirin farkını ortadan kaldırır!” Fazıl Bey bu sözü ile fakir çocuklarına “İyi okuyup okulu bitirirseniz siz de zengin olursunuz” mu demek istiyordu, yoksa “İyi okursanız ne kadar fakir olduğunuz belli olmaz” mı demek istiyordu; Mevlut anlayamamıştı.
Müdür Atatürk Erkek Lisesi’nde eğitimin iyi olduğunu bütün Türkiye’ye kanıtlamak için lise takımını İstanbul Radyosu Liselerarası Bilgi Yarışması’nda dereceye sokmak istiyor, bu hedefe ulaşmak için vaktinin çoğunu yukarı mahallenin iyi aile çocuklarından kurduğu bir takıma (kıskanç ve tembeller arasında okul takımı “hafızlar” diye bilinirdi) Osmanlı padişahlarının doğum ve ölüm tarihlerini ezberlettirmekle geçiriyordu. Müdür herkesin toplandığı bayrak törenlerinde tamirci, kaynakçı çırağı olmak için okulu bırakan eski öğrencilerin arkalarından aydınlanmaya ve bilime ihanet etmiş zayıf kişilere lanet eder gibi konuşur; hem okula gidip hem de Mevlut gibi öğleden sonraları yoğurt satanları azarlar; para kazanma derdine düşmüş öğrencileri doğru yola çekmek için, “Türkiye’yi pilavcılar, satıcılar, döner kebapçılar değil, bilim kurtaracak!” diye bağırırdı. Einstein da yoksuldu; hatta ortaokulda fizik dersinden sınıfta kalmıştı, ama üç beş kuruş kazanmak için okulunu asla bırakmamış, kazanan da o ve milleti olmuştu.
Duttepe Atatürk Erkek Lisesi aslında Mecidiyeköy ve civarındaki yukarı mahallelerde modern ve Avrupai kooperatif evlerinde yaşayan memur, avukat ve doktor çocukları iyi bir milli eğitim alsınlar diye kurulmuştu. Ama ne yazık ki son on yılda, özellikle 1970’ten sonra arkalardaki boş tepelere yayılan gecekondu mahallelerinden gelen Anadolulu yoksul çocuk sürülerinin işgaline uğrayınca bu güzel liseyi yönetmek neredeyse imkânsızlaşmıştı. Satıcılık yapıp okula gelmeyen, bir işe girip okula kaydını silen, hırsızlık, darp, bıçak çekme, öğretmeni tehdit ve taciz gibi suçlar işleyip okuldan atılan öğrenci kalabalığına rağmen sınıflar tıkış tıkıştı. Otuz öğrenci için yapılmış modern sınıflarda elli beş kişi ders yapar, iki kişilik sıralarda üç öğrenci dirsekleşerek oturur, teneffüslerde koşanlar, yürüyenler, oynayanlar birbirleriyle durmadan çarpışan arabalar gibi çarpışırdı. Zil çalınca, bir kavga çıkınca ve telaş olunca koridor ve merdivenlerdeki izdihamın neticesinde sıkışanlara, ezilip bayılan zayıf öğrencilere öğretmenler odasında kolonya verilirdi.
Orta bir ile orta ikinin ilk yarısında bir buçuk okul yılı, sınıfta nerede oturacağı konusunda Mevlut derin kararsızlıklar geçirdi. Bu sorunu çözmek için çaba harcadığı zamanlarda hayatta ne yapmalı sorusuna cevap arayan eski filozoflar gibi bunalımlara kapılıyordu. Okula başlamasının birinci ayında, müdürün dediği gibi “Atatürk’ün gurur duyacağı bir bilim adamı” olacaksa, defterleri, kravatları ve ev ödevleri düzgün ve tamam olan yukarı mahallenin iyi aile çocuklarıyla arkadaşlık etmesi gerektiğini anlamıştı. Hem kendi gibi gecekonduda oturan (öğrencilerin üçte ikisi) hem de derslerde çok başarılı olan bir öğrenciyle Mevlut henüz karşılaşmamıştı. Kendi gibi, hakkında “Aman bu çok akıllı çocuk, okusun” dendiği için gecekondu mahallesinde yaşamasına rağmen okulu ciddiye alan birkaç şaşkın öğrenciyle bahçede rastlaşmıştı, ama başka sınıflarda okuyan ve “inek” diye aşağılanan bu yalnız ruhlarla lisenin mahşeri kalabalığında iletişim kuramamıştı. Bunun bir nedeni, “inek”lerin sırf onlar gibi gecekonduda yaşadığı için Mevlut’a şüpheyle bakmasıydı.
Mevlut ineklerin aşırı iyimser hayat görüşlerinin çürük olduğunu da seziyordu: Ortaokul I Coğrafya kitabını ezberlerse ileride zengin olacaklarını sanan bu “akıllı” çocukların aslında aptal olduklarını hissediyor ve onlara benzemek istemiyordu hiç.
Ön sıralarda oturan ve ödevlerini düzenli yapan bazı iyi aile çocuklarıyla arkadaşlık etmek, onların yanına oturmak Mevlut’un kendini daha iyi hissetmesini sağlıyordu. Ön sıraya geçebilmek için sürekli öğretmenlerin gözünün içine bakması, onların başladığı, ama eğitici bir mantıkla sonunu getirmediği cümleleri ağızlarından kapıp yüksek sesle bitirmesi gerekiyordu. Mevlut derslerde kollarını göğsünün üzerinde kavuşturup hiç kıpırdamadan heykel gibi oturuyor, sürekli parmağını kaldırıyor, bazan kendini tutamayıp “Öğretmenim, öğretmenim, ben!” diye sesleniyordu. Bu iyi niyetli davranışları sayesinde müdürün iyi eğitimin zengin ile fakir arasındaki farkı ortadan kaldıracağı yolundaki teselli edici nutuklarının kanıtı olarak ön sıralarda kendisine geçici de olsa bir yer bulabiliyordu.
Mevlut pazartesileri okuldaki bayrak töreninde müdürün istediği gibi, “her şeyi vatanı için yapan Atatürk” gibi olmayı da çok isterdi. Bunun için üç yıllık ortaokulu ve üç yıllık liseyi bitirmesi gerekiyordu. “İyi bir eğitim, zenginle fakirin farkını ortadan kaldırır!” Fazıl Bey bu sözü ile fakir çocuklarına “İyi okuyup okulu bitirirseniz siz de zengin olursunuz” mu demek istiyordu, yoksa “iyi okursanız ne kadar fakir olduğunuz belli olmaz” mı demek istiyordu; Mevlut anlayamamıştı.
Mevlut, ineklerin aşırı iyimser hayat görüşlerinin çürük olduğunu seziyordu: Ortaokul I Coğrafya kitabını ezberlerse ileride zengin olacaklarını sanan bu “akıllı” çocukların aslında aptal olduklarını hissediyor ve onlara benzemek istemiyordu hiç. Ama aralarına girmeye çalıştığı yukarı mahallenin apartman çocukları da tuhaftı, insanın kalbini her an kırabilirlerdi. Orta birde, Mevlut’un ön sırada yanında oturma ayrıcalığı elde ettiği Damat, karlı bir gün kalabalık teneffüshanede futbol oynayan (eski gazetelerden iple sıkıştırılmış bir top ile, çünkü okula futbol topu sokmak yasaktı), çılgınca koşuşturan, bağıran, kavga eden, toz içinde güreşen, itişerek birbirlerini pataklayan ve pandikleyen ve kumar oynayan (futbolcu resimleri ve üçe bölünmüş sigara parçalarıyla) kalabalığın içinde bir an ezilme tehlikesi atlatmıştı. Bir an öfkeye kapılan Damat, Mevlut’a dönmüş, “Köylüler doldurdu bu okulu,” demişti, “babam kaydımı aldıracak, başka bir okula gideceğim ben.”
Mevlut Damat’ın, gecekondulardan gelen öğrencilerden şikâyet etmesine rağmen sürekli yanında oturan arkadaşının gecekonduda yaşadığını hiç fark etmediğini, hiç düşünmediğini, hatta hayal bile etmediğini o gün anlamıştı. “Damat” takma adını ona kravatının ve ceketinin şıklığına aşırı özendiği ve kadın doktoru olan babasının tıraş sonrası losyonunu bazı sabahlar bolca sürerek sınıfa geldiği için takmışlardı. Kir, nefes ve terle leş gibi kokan sınıfta losyonsu koku herkesin içini açar, losyonu sürmediği günler ona “Damat, bugün düğün yok mu?” diye sorarlardı. Damat, bazılarının sandığı gibi çıtkırıldım değildi hiç. Bir keresinde tıraş losyonunun kokusunu daha iyi koklamak bahanesiyle burnunu boynuna doğru sanki Damat kadınmış gibi alaycılıkla yaklaştıran birini çenesine çaktığı sert bir yumrukla devirmiş, arka sıralarda oturan kabadayıların saygısını kazanmıştı.
Bazan bir öğretmen, sınıftaki yoğun gürültüye karşı önlem olarak bütün sınıfın yerini değiştirirdi. Tatlı yüzlü Mevlut böyle zamanlarda öğretmenin gözlerinin içine aşırı istek ve itaatle bakarak en öne oturmayı başarır, ama daha sonra kör talih onun yeniden arka sıraya atılmasına neden olurdu. Damat bir seferinde iri memeli biyoloji hocası Melahat’ın Mevlut’u yeniden arkaya yollama kararına cesaretle itiraz etmişti.
“Hocam, otursun işte önde; ne var, çok seviyor sizin dersinizi.”
“Görmüyor musun sırık gibi boyu var,” demişti zalim Melahat. “Arkasındakiler onun yüzünden tahtayı göremiyor.”
İlkokulu bitirdikten sonra, babası boşu boşuna Mevlut’u bir yıl köyde tuttuğu için, Mevlut sınıf ortalamasından yaşlıydı. Bir de ortalamadan çok daha büyük bir gövdesi vardı. Mevlut ön sıradan arkaya dönerken utanır, yeni yeni alıştığı otuz bir çekme huyu ile iri gövdesi arasında kafası tuhaf bir ilişki kurardı. Mevlut’un aralarına dönüşünü arka sıradakiler alkışlarla ve “Mevlut yuvaya!” sloganlarıyla karşılarlardı.
Arka sıralar iriyarı kabadayıların, haydutların, tembellerin, kafasızların, çaka çaka başı dönen umutsuzların, yaşlıların ve yakında okuldan atılacakların yeriydi. Bir iş bulup okulu bırakanlar da yavaş yavaş arka sıralara sürülenler arasından çok çıkar, ama bazı öğrenciler de okul dışında Mevlut arka hiç iş bulamadan arka sırada sıralara yaşlanırdı. Bazıları zaten suçlu, her sürgün aptal, yaşlı ya da fazla iri yarı olduklarını bildikleri için, edilişinde, okulun ilk gününden arka sıraya kürsüde kendiliğinden gider otururdu. Mevlut gibi başka bazıları ise, ne anlattığını arka sıraların kendileri için kötü bir kader olduğunu bir zorlukla takip türlü kabul edemez, asla zengin ederdi. olamayacağını ancak hayatının sonunda anlayabilen bazı yoksullar gibi, uzun çabalardan ve hayal kırıklıklarından sonra acı gerçeği kavrarlardı. Son iki sırada oturanların yaş ortalaması Mevlut’un bir kere yaptığı hesaba göre (orta birinci sınıfa gitmenin yaşı on iki olmasına karşılık) on dört buçuktu. Başta tarih hocası Ramses olmak üzere pek çok öğretmen arka sıralara seslenmenin, oralarda oturan öğrencilere bir şey öğretmeye çalışmanın beyhudeliğini tecrübeyle biliyorlardı. Başkaları ise (mesela Mevlut’un yavaş yavaş ve farkına varmadan âşık olduğu genç ve ürkek İngilizce hocası Eda Hanım) arka sıralarla bir çatışmaya girmekten, herhangi bir öğrenciyle tartışmaktan korktukları için o yöne neredeyse hiç bakmazlardı bile.
Hiçbir öğretmen, bazan bin sekiz yüz erkeği aynı anda korkutabilmeyi başaran müdür bile, arka sıralarla doğrudan çatışmaya girmek istemezdi. Çünkü bu gerginlikler süratle bir kan davasına dönüşebilir, yalnız arka sıralar değil, bütün sınıf o öğretmene karşı saldırıya geçebilirdi. Bütün sınıfı öfkelendiren hassas konu, gecekondu mahallelerinden gelen öğrencilerin şivelerinin, tiplerinin, bilgisizliklerinin ve yüzlerinde her gün ortanca çiçekleri gibi kıpkırmızı açan sivilcelerin öğretmenler tarafından alay konusu yapılmasıydı. Bazı öğrenciler derslerde öğretmenlerin anlattıklarından çok daha eğlenceli hikâyeler anlattıkları, sürekli şakalar yaptıkları için öğretmenler onları cetvelle döverek, aşağılayarak itibarsızlaştırmak, susturmak isterlerdi. Bir dönem herkesin nefret ettiği genç kimya öğretmeni Fiyaka Fevzi kurşun oksitlerin formülünü yazmak için tahtaya her dönüşünde tükenmez kalem içleri boşaltılarak yapılan üfleme borularından kurşun gibi yağan pirinç tanelerine hedef olmuştu. Çünkü sindirmek istediği Doğulu bir öğrencinin (o zamanlar kimse Kürt kelimesini kullanmazdı) şivesi ve kıyafeti ile alay etmişti.
Arka sıraların kabadayıları bazan sırf nam olsun diye, bazan zayıf buldukları ürkek öğretmeni korkutmanın keyfi için, bazan da yalnızca içlerinden öyle geldiği için hocanın sözünü de keserlerdi: “Yeter hocam, bu ders çok tıraşladın, sıkıldık artık, biraz da Avrupa seyahatinizden bahsetsenize bize!”
“Hocam, sen gerçekten ta İspanya’ya kadar tek başına trenle mi gittin?”
Arkalardakiler, yazları bahçe sinemalarında perdedeki film hakkında sürekli konuşanlar gibi, derste olup bitenler hakkında hiç durmadan yüksek sesle konuşur, hikâyeler anlatır ve hep birlikte öyle gürültüyle kahkahalar atarlardı ki, tahtada soru soran öğretmen ile ona birinci sıradan cevap veren öğrenci bazan birbirini işitemezdi. Mevlut arka sıralara her sürgün edilişinde, kürsüde öğretmenin ne anlattığını zorlukla takip ederdi. Ama yanlış anlaşılmasın, Mevlut için en mükemmel okul mutluluğu, hem arkadakilerin yaptığı şakalara gülebilmek hem de Eda öğretmeni dinleyebilmekten geçiyordu.
19 Ağustos 2013