“Sığınma kampında kalan herkesin iki hikâyesi vardır; biri gerçek olan, öteki ise kayıtlar için anlatılanlardır.”
Siz hangisini duymak istersiniz…
1973 Bağdat doğumlu şair, hikâyeci ve film yönetmeni Hassan Blasim’in İran-Irak savaşının ardından Saddam Hüseyin rejiminin çöküşü ve sonrasındaki Amerikan işgal yıllarında yaşayan sıradan insanların sıradan olmayan hikâyelerini topladığı Özgürlük Meydanı’nın Delisi adlı kitabı Türkçedeki karşılığını buldu. İnci Ötügen’in İngilizceden yaptığı çeviri ile Pan Yayınları tarafından yayımlanan kitap, yazarın Türkçeye çevrilen ilk kitabı olma özelliğini taşıyor.
Savaşın başka bir kurgucuya ihtiyaç duymaksızın kurguladığı hikâyelere adeta aracılık eden Blasim’in on bir kısa öyküden oluşan kitabında, tamamen gerçek olanın gerçek olamayacak kadar alegorik yanıyla baş başa kalıyor okur.
Blasim her bir kısa öykü içinde savaşa ve insanın distopik gerçeğine dair olanı bilgece bir duyarlılıkla aktarıyor. Öyle ki bu kadar keskin ve kesif kokan gerçeğin nasıl bu kadar pornografik olmadan aktarılabildiğine şaşıp kalınacak bir duyarlılık.
Hikâyelerin kahramanlarının çoğu Irak’ta yaşayan ve gelecekte karşılaşacakları kurgulasalar bile hayal edemeyecekleri kadar akıldışı yazgılarını bekleyen sıradan insanlar: Arkadaşının sözlerine herkesin aksine ölesiye güvenen bir ambulans şoförü; annesini kucağında sımsıkı taşıdığı çantanın içinde huzur bulacağına inandığı o uzak güvenli bir ülkeye götürmeye çalışan mülteci Ali; bir kamyonun dorsesinde yaklaşan kaderlerinden kaçan, Türkiye’den Sırp sınırına kadar uzanan uzun oksijensiz yolun yolcusu otuz dört mülteci genç adam; Ordu Gazetesi’nin kültür bakanı olmak için şeytanla pazarlığa oturan, savaşan askerlerden gelen hikâyeleri derleyen ölü editör; Amsterdam’da örnek bir mülteci olarak yeni bir hayat kurmak uğruna tüm kimliğini silmeye çalışan Carlos Fuentes’in peşini ölümü pahasına bırakmayan Irak’taki hayaleti Salim Abdül Hüseyin; yaşadığı şehrin dışına hiç çıkmamış sadece evinin yakınındaki pazarda gördüklerini hikâyeleştiren ve “Bu pazar benim dünyam, benim mezarım ve benim kanatlarım,” diyen, her gün sayısı yalnız rakamlarla ifade edilen ölülere rağmen tıka basa dolan mahalle pazarının yazarı Halid el-Hamrani, sevgilisi ile mahsur kaldığı fabrikada sevgilisinin kanıyla hayatta kalan asker Hamid bu sıradan insanlardan bazıları…
En güvendiği arkadaşı tarafından kaçırılıp terör örgütlerinin -ki birbirini yok etmek için kuruldukları iddia edilen örgütlerdir bunlar- propaganda videolarında kullanılmak üzere esir alınan ambulans şoförünün ağzından dökülen son sözler savaşı özetler gibidir: “Uyumak istiyorum.” Savaşın getirdiği bunca acı ve ölüm, gerçeği kaldıramayan bir insanın zihnine yalnız derin bir uyku sarar. Yalnız derin bir uyku… Yoksa bunca zulmü açıklayacak sözcükler, bunca zulmü taşıyacak ruh gerekir insana uyanıkken.
Blasim’in öyküleri zamanın sınırlarının ötesine geçerek günümüz Türkiyesi’nin en önemli gerçeklerinden biri haline gelen savaş ve mülteciler meselesine dair yıllar öncesinin sesiyle sanki bugüne yazılmış gibidir. Ortadoğu’nun kaderini yaşayan Irak’ta, adını savaşın ölü çocuklarından alan “şehitler köprüsü” adeta yıllar öncesinden gelerek İstanbul’un orta yerine, Doğu ile Batı’yı birleştiren yerine kurulmuştur. Öykülerde sıkça adı geçen Türkiye ve İstanbul o yıllarda da Ortadoğulu mültecilerin kaçak iş bulup yok parayla çalışabildiği, can pazarına dönen sınır kapıları ve mülteci mezarı denizleri ile kaçış rotalarında ilk sıradaki yerini kaybetmeyen ana mekân olma özelliğini korumaktadır.
Rüya ve gerçeğin, karanlık aklın ve deliliğin iç içe geçtiği öykülerin konuları intihar bombacıları, tek elden yönetilen sözde özgürlük savaşçılarının inanç mücadelesi(!) verdiği eli kanlı ‘terör örgütleri’, sınırı geçme umuduyla çıkılan yolların sonundaki vahşet, mültecilerin kurtuluş umuduyla sığındıkları ülkelerdeki nefret ve dahası…
“Dünyanın temeli akıtılan kan ve batıl inançlardır. Yiyecek, aşk ve iktidar için öldüren tek yaratık insan değildir, bunu şu ya da bu şekilde ormandaki hayvanlar da yapar; lakin inanç uğruna öldüren tek yaratık odur,” diyen bir kişinin avcı çıktığına tanık olacak, öykülerindeki kahramanlarını yakmak için kurduğu büyük fırında tanrı ile girdiği sohbette cehenneme gönderilmemek için “Peki siz niye kahramanlarınız için, içinde ateş olan bir ocağa ihtiyaç duyuyorsunuz?” dediğini duyacaksınız.
Doksan dört sayfaya sıkışan yalnız bu on bir öykü değil, kimin ne zaman kahraman ne zaman katil olduğu belli olamayan savaş aktörlerinin karşısındaki halkların yalnızlığı olacak.
“Bu yalan dünya kanlı bir hikâyeden ibaret, hepimiz hem katil hem kahramanız.”
Deniz Devrim Şahin – edebiyathaber.net (18 Temmuz 2018)