Yalnızlıkta hüzün var
Dünya anlamla, anlamıyla var. İnsan, yaşamı ve yaşadığı dünya anlamlı ise mutludur. Yaşamı anlamlı kılan da diğer insanlar ve dış dünya ile kurduğumuz bağdır. Dış dünyanın ve diğer insanların bizim var oluşumuzu onaylaması; bu onayı da bizim hissetmemiz gerekir. Böyle bir dünya başka insanlarla olabilirlik düzeyine kavuşur; paylaşılan ilişkiler, kurulan iletişim ve anlaşılma duygusu ile bizi onaylayan. Reddedilme bile onay yerine geçer. Başkalarının etrafımızda bulunuyor olması, eğer arada bağ kurulamıyorsa hiçbir şeyi değiştirmez; yok hükmündedir. Yine yalnızlaşma ve anlamsızlık doldurur yaşamımızı. Bu dolayım gerçekleşmiyorsa mutluluk mümkün değildir ve yaşamımızı hüzün kaplar; yalnızlık duygusunun verdiği hüzün. Bunun tersi olarak düşünülebilecek, inzivaya çekilmiş dervişlerde görülen mutluluk ise diğer insanların yerine Tanrı’nın konmasıyla yaşantılanabilir ancak. Başkalarıyla yaşanan çok güzel ve değerli bir yaşantı, başkalarının olmadığı yerde hiçbir anlam ifade etmeyebilir.
Şöyle bir durum düşünelim: Yıllardır yediğinizin, içtiğinizin ayrı gitmediği bir arkadaş grubunuz var. Ufak tefek acıların kıyısından da geçerek, mutlu mesut yaşayıp gidiyorsunuz. İlk kitabınızı yayınlatma peşinde koştuğunuz ve yayıncılar tarafından reddedildiğiniz bir zamanın hemen ardından, arkadaşlarınızdan birinin ölümüyle karşılaşın. Evi paylaştığınız arkadaşınız ortalıktan kaybolsun. Aynı zamanda diğer arkadaşlarınız da bir biçimde teker teker yaşamınızdan çıkıp gitsin. Sıcak komşuluğunu esirgemeyen ev sahibiniz, uzunca bir süreliğine başka bir yere taşınsın. Ne hissedilir böyle bir durumda? Kanımca yıllardır ortalıkta size bulaşmadan dolaşan yalnızlıkla yüz yüze gelirdiniz.
Erkan Öztürk’ün yeni romanına getireceğim sözü; Hüzün Seremonisi’ne.
Gündelik hayatın akışı ve konuşmalarıyla kurulmuş bir roman Hüzün Seremonisi. Yoğun duygu anlatımlarına başvurulmadan, yalnızlaşmaya sürükleniş süreci ve duygusu güzel işlenmiş romanda. Bir arkadaş grubunun parçalanarak dağılışını ve ardından gelen soyutlanma ve yalnızlaşmayı anlatıyor Erkan Öztürk.
“Uçurum kenarına itilen bir ülkeyi kurtarmanın telaşı içerisinde ve sonunda uçuruma kendileri düşen” bir kuşaktan Suat, Necla, Ahmet, Mehtap, Necdet ve anlatıcıdan oluşan otuzlu yaşların ortasını geçmiş bir arkadaş grubunun sıradan olaylarla akıp giden, mutlu sayılabilecek hayatları, Necla’nın “intihar gibi” ölümüyle hızla değişmeye başlar. Kendini bu ölümden sorumlu tutan Suat, ortadan kaybolur. Tevekküle ermiş bir adam olan ev sahibi Muzaffer Amca düşmek üzere olan anlatıcıya bir süreliğine asa olur. Mehtap evlenerek, Ahmet de polisten kaçtığı için yurtdışına giderler. Arka planı, Suat’ın çalıştığı bar ve barın sahibiyle bir evsiz tamamlar. “Sürekli birileri çıkıyordu hayatımdan ve yerine yenilerini koyamıyordum. Nasıl da kolay veda ediyorlardı,” diye serzenişte bulunur anlatıcı. Yalnızlaşma sürecini durdurmaya çalışırken elini uzattığında “Parmakları birer mızrak gibi kalbime battı,” dediği, bir kafede garson olarak çalışan Filiz’i sevmeye başlar. Ama Filiz de evlenerek çekip gider hayatından. Bu tür vurucu betimlemelerle akıp gider roman.
Arada bir, alaysamacı bir dille de karşılaşırız. Anlatıcının, arkadaşı Suat’ın kaybolmasıyla ilgili olarak polislerin sorduğu “Düşmanları var mıydı?” sorusuna verdiği yanıtta olduğu gibi: “Evet, var. Kendisi.” Kısa roman sayabileceğimiz yapıtta bu tür anlatım çeşitlemeleri de bulmak mümkün.
Anlamlı dünyanın anlamsızlığa, öylesine sürüp giden yaşamın mutsuzluğa, güzel ilişkilerle bezeli bir arkadaş grubu içindeki bireyin de yalnızlığa doğru evrilişini anlatan bir kitap Hüzün Seremonisi. Bir ilk roman olması nedeniyle bazı küçük kusurlar içerse de bunlar göz ardı edilebilecek şeyler. Erkan Öztürk’ün ilk romanı Hüzün Seremonisi, okunmayı hak eden yeni yapıtlardan biri. Okuyup bitirince elini omzunuza atmış yalnızlığın, “Eee, dostum! Nasılsın bakalım?” dediğini duyuyorsunuz.
Edebiyat dünyasının zorlu yolculuğuna hoş geldin Erkan Öztürk. Yolun açık olsun.
Osman Namdar – edebiyathaber.net (22 Şubat 2011)