Bu kitap hakkında bir şeyler yazmak için biraz da olsa çakır keyif olmam gerek. Ayrıca bir Sezen şarkısı eşlik etmeli. Kim bilir belki de sere serpe büyümüş birkaç nesli gövdesinde barındıran bir hurma ağacını düşünmek. Dumanlı bir zihin ile gördüğümüzün bildiğimizin biraz da olsa dışına çıkmak gerek. Çünkü kitabın da gerçeklik şakulü kaymış. Aslında hayat böyle bir şey. Bildiğimiz gerçeklerin ötesinde. Kitabın ismi gibi hep bilmediğimiz bir öteki var.
Öteki Denizin Haritası. İçinde on öykü var. Hem zamansal hem mekânsal olarak birbirinin içine girmiş on öykü. Karakterler de bir orada bir burada.
Önce şunu söylemeliyim ki, harita kavramını yazar fantastik bir kurguya dönüştürüyor. Aslında haklı. Kâğıt üzerindeki iki boyutlu sınırlarını görebildiğimiz çizgisel bir şeye aitmiş gibi bakıyoruz bir haritaya. Oysa harita, bildiğimiz veya bilmediğimiz geçmişi, geleceği bir başka söylemle hayatın tüm gerçek ve düş gücünü barındıran asla bire bir ölçeğinde göremeyeceğimiz nasılsa çizgilere sığdırılmış uçsuz bucaksız bir dünya. Haritalarda gökyüzü yoktur mesela.
Bahri Vardarlılar fantastik, kurgusal, belgesel ögeler taşıyan sıra dışı bir öykü kitabı yazmış. Öyküleri okurken hayal ediyorsunuz yanı sıra gerçekleri irdeliyor ve sorguluyorsunuz. Sık sık gugıllama yaparak yeni şeyler öğreniyorsunuz. Yorucu. Kısaca hayatın o ele avuca sığmaz hali… Fonda Osmanlı’nın son dönemi ve Erken Cumhuriyet’in İstanbul’u var. Bu fona dünyanın çok çok geçmişi ve en yakın geçmişi (kovid dönemi bile) sığdırılmış. Öykülerde sık sık adı geçen dünyanın en kısa ve en eski Karaköy-Beyoğlu tüneli ve metrosu duvarındaki hayali harita dünyanın tüm geçmiş zamanlarını kapsıyor. Kocaman bir dünya devasa bir geçmiş ve bilemediğimiz bir gelecek bu en kısa tünele sığdırılmış gibi. O kadar kısa ve o kadar hızlı.
Bazı öyküleri anlamakta zorlandım hatta anlamadım diyebilirim. Mesela Yangın öyküsü. Ama zaten bu anlayıp anlamama hali veya sezme hali de hayata dair bir şey. Her şeyi anlamanız mümkün değil. Size geçen adını koyabildiğiniz bir duygu da yok. Darmadağınık. Sürrealist bir tabloya bakar gibi.
Ancak bu efsunlu dünyada, geçmiş ve şimdinin içinden geçerken, yollar bu kadar karışmış ve olaylar bu kadar birbirlerinin içine girmiş iken yazarın Batı ve Doğu kültürünü bıçak gibi birbirinden ayırmasını ve Batı kültürünü açık açık olumlamasını yadırgamadım dersem yalan olur. Ayrıca Osmanlı padişahlarının ve Genç Cumhuriyet bürokratlarının opera sanatını bilmeyecek kadar cahil olduklarını da düşünmüyorum. Batı kültürü ve doğu kültürü birbirlerinden ayrılamaz birbirlerinin içine girmiş bir bütünün parçalarıdır bence.
Bu öykülerden bazılarını iki kere okudum. Yine de bazılarını bir kere daha okuyabilirim. Ama işte zaman ah zaman! Artık her okur kendine göre ayarlayacak.
Okunacak kitaplar çok, hayat kısa!