“Erikten hanımeli balı tadı geliyor, fark ettin mi?” dedi.
“Bilmem, ben normal erik tadı alıyorum,” dedim.
Bağdaş kurup eteğine döktüğü eriklerden bir tane daha alıp ağzıma attım. Önce ikiye böldüm, böldüğüm parçalardan birini çiğneyip yuttum. Sonra da çekirdeğe yapışık diğer tarafını. En son da çekirdeği baş parmağımla işaret parmağımın arasına alıp üstünü ön dişlerimle kazıdım. Alt yoldan bir fayton geçiyor, biliyorum ki tam şu an Seferoğlu’nda tırnakları sedef ojeli, saçları boneli teyzeler deniz siftahı yapıyor. Kara gözleriyle eriği yiyişimin her anını dikkatle izledi Badokan. Eriğimi uzun uzadıya afiyetle kemirişime sabredemiyor.
“Hayır, hanımeli balı tadını alamıyorum, hem eriğin içinde hanımeli balının tadı ne arasın.”
“Gözlerini iyice yum bir tane daha ye, alacaksın hanımeli balının tadını,” dedi ısrarla.
Eriği, tırnak dipleri kir dolu eliyle ağzıma soktu. İğrenmiyorum ondan, beni herkesten farklı sevdiğini biliyorum. Bundan gizli bir gurur duyuyorum.
Benim tarafımdaki çekirdeklere bakıyorum, bir de onun tarafındakilere. Onun yediklerinin çekirdekleri görünmüyor bile. Eriğin en sulu, en etli yerini çekirdeğin üstünde bırakmış. Hep sabırsızdır zaten. Erik ağaçları çiçek açınca beş gün bekler, beyaz çiçeklerini koparıp ortasında erik olmaya çalışan minik yeşilliği yer. Erik çiçek açtıktan on yedi gün sonra kafası hep havaya bakarak cebinde tuzlukla dolaşır. Beşinci gün ile on yedinci gün arasında sağanak yağmur yağarsa sevinçten sokağa koşar, beyaz entarisinin kırmızı şeritli eteklerinden sular damlayana kadar adanın yollarında çıplak ayak dolaşır. Erikler bal gibi sulu olacak, deyip Kaymakamlık Caddesi’nin iki üst sokağındaki erik ağacının altında çamurların içinde oturur. Ben gidip kolundan tutarım, kaldırmasam günlerce oracıkta büzülüp kalır.
“Yayam dikmiştir bu ağacı,” diyor gözlerimin içine bakarak.
“Evet,” diyorum “Yayan dikti bu ağacı.”
Yirminci günde erikler yenebilir boyuta yaklaşmış olur, henüz çekirdekleri sert değildir. Ağzına atıp çiğneyince acı su dolu çekirdek patlar. Badokan işte en çok bu erikleri yemeyi sever.
Hiçbirimiz onun hikâyesini adam akıllı bilmeyiz. Kimi zaman, yayasının dikmiş olduğu erik ağacının altında omuzlarımız birbirine değerek otururuz. Erik zamanıysa erik yeriz, değilse ayaklarımıza bakarız. Arkadaşlık mevhumunu hatırlayabilse arkadaşı bile sayılabilirim o vakitlerde. Ağacın altında tanır da beni, çarşıda görse dönüp bakmaz.
Derler ki, bir gün önce kırmızı çaydanlığını taşımış köşkün müştemilatına. Sonra annesinden kalan mum çiçeğini salonun yüksek kemerinden söküp boynuna dolamış, onu da kırmızı çaydanlığın ardından müştemilata taşımış. Daha sonra üstünde “Kahve” yazan küf yeşili kavanozu, İsa’nın son akşam yemeği motifli dikiş kutusunu, annesinin, babasının, yayasının, dedesinin ve küçük kardeşi Baithazar’ın çerçevelenmiş fotoğraflarını, babasının baharatçı dükkanından kalma teraziyi, içinde keman olup olmadığını asla öğrenemediğim keman kutusunu, bir yün hırkayı, üzerindeki entarisi dışında bir tane daha entari ve geceliğini götürmüş müştemilata. Sonra da günlerce kitap taşımış, bir odası tavanına kadar kitapla doluymuş. O gün bu gündür de aile yadigarı köşklerinin kapısından bir daha içeriye adım atmamış. Ben o zamanları hatırlamam, çok küçüktüm.
Deli, diyorlar onun için. Adada dedikodu pek sevilir. Badokan ve geçmişiyle ilgili türlü türlü hikayeler dilden dile dolaşır yıllardır. Yok efendim adadaki tek mülkleri şu an müştemilatında yaşadığı köşk değilmiş, adanın yarısı dedesine aitmiş, Aya Yorgi Kilisesi’nin aşağısındaki zeytinlik arazi de zamanında onlarınmış. Badokan kesin deliymiş ki cânım köşkü bırakıp kâh sokaklarda kâh müştemilatta yatarmış. Nasıl olduysa olmuş, Badokan ailesiyle Atina’ya gitmemiş. Annesi günlerce yalvarmış yapma kızım, etme kızım, diye. Ama yok, Badokan ortadan kaybolmuş. Dil Burnu’nun altında gizli bir mağara olduğu ve o mağaradan bir geçidin Heybeliada’daki Ruhban Okulu’nun bodrumuna çıktığı söylentisi, küçücük adada haftalarca bulunamayışının hikmeti olarak konuşulur yıllardır. O zamanlar henüz aklını kaçırmamış olan Badokan, uğruna ailesine sırtını döndüğü, sevdiği genç Necdet habersiz bir şekilde başka bir kızla evlenince bir daha eskisi gibi olmamış. Adalıların dillerinde dolaşan delilik hikâyesi de bu şekilde başlamış. Necdet, rahmetli yufkacı Seyfi Bey’in biricik oğludur. Badokan ile dillere destan bir aşk yaşamışlar, sıra evlenmeye gelince Seyfi Bey, benim oğlum gâvurun kızıyla evlenemez, diye kıyameti koparmış. Sırasıyla Belediye Başkanı, Zabıta Müdürü, balıkçılar, hatta Faytoncular Birliği Başkanı bile Seyfi Bey’i ikna etmek için gelmiş. Seyfi Bey bırak fikrinden caymayı, Necdet’e dini bütün bir kız bulup onu iki hafta içinde baş göz etmiş. Badokan büyük ah etmiş Necdet’e. Derler ki Necdet’in ilk çocuğunun doğarken boğazına kordon dolanarak özürlü doğmasının tek sebebi o ahtır. Necdet’in nispet eder gibi ada meydanında, tüm adalıların gözü önünde yapılan düğününden sonra, Badokan meczup şekilde adanın yollarında dolaşır olmuş.
Sabahları ilk vapur vaktinde iskelenin çay bahçesinde olur. Yazlıkçılar, kötü kokuyor, deyip yan masaya geçerler. Adalılar bilir Badokan’ı, ne çayından ne de çorbasından para alınır. Bir fincan çayı bize beş liraya kakalayan Yıldız Çay Bahçesi’nin sahibi bile para almaz ondan. Bu kış çetin geçip de lodos Yıldız Çay Bahçesi’nin yolunu döve döve patlatıp çay bahçesini tarumar edince ilk Badokan koştu yardıma.
Badokan’ın sabah poğaçası her zaman hazır, paketlenmiş şekilde tezgâhın arkasındadır. Pastaneye girer, paskalya zamanıysa kasanın yanında dizili duran boyalı yumurtaları sesli sesli sayar, bir iki, üç. Gözlükleri bardak dibinden hallice olan pastacı Hüseyin, al bir tane, der. Yumurtaları dokunmadan sayan baş parmağı havada asılı kalır. Hüseyin sanki annesine küfretmiş gibi, kaşlarını çatarak bakar, sonra tezgâhın arkasına uzanıp poğaçasını her zaman durduğu yerden hışımla alır, ana avrat küfrederek dükkândan çıkar. Erkekler böyle fütursuzca küfreden kadınları sever. Pastacı Hüseyin kapının eşiğine yaslanıp arkasından gülünce de Badokan daha sesli küfretmeye başlar. Pastanenin karşısındaki çarşı kahvehanesindekiler içten sövüşüne tezahürat ve ıslıklarla destek vererek Bado yenge, biz de anasını avradını bu dünyanın, heyt be, diye curcunayı koparırlar.
“Sen hissedersin hanımeli balının tadını, sen bakınca görebiliyorsun,” dedi bana. Güldüm.
“Anlatsana bana, gerçekten bir geçit var mı Dil Burnu’nun altından Ruhban Okulu’na?” dedim.
“Bu sene leylekler erken geldi, gördün mü?” dedi.
“Yufkacı Necdet’i gerçekten sevdin mi, doğru mu?”
“Ben kimseyi sevmem,” dedi.
“Beni de mi sevmiyorsun?”
Cevap vermedi. Sokaktaki tozu, toprağı, yaprakları birden havalandıran serin bir rüzgâr esti. Bacaklarımdan boynuma kadar ürperdim, hırkamın önünü kavuşturdum, Badokan’a yaslandım. Kirden şekerlenmiş bir kokuya bürünmüş tenini kokladım.
“Yayan bu ağacı neden bahçesine değil de bu sokağa dikmiş? İnsan evinin bahçesine dikmez mi yahu?” dedim.
“Ada evimizdir,” dedi.
Kaşık Ada’sı tarafından yağmur bulutları yaklaşıyor. Güneş gölgelendi, ağaçlar hışırdadı, havayı serin bir dağ kekiği ve bal kokusu sardı.
Tülin Acar kimdir:
1989 Hamburg doğumluyum. İlkokul ikinci sınıfta İstanbul-Büyükada’ya taşındık ve on beş yıl boyunca adada yaşadım. İlkokul, ortaokul ve lise öğrenimlerimi adalardaki okullarda gördüm. Bahçeşehir Üniversitesi Halkla İlişkiler mezunuyum. Alanımla ilgili bir süre çalışmış olsam da yazı yazmak sevgisi daha ağır bastı. Bir süredir sadece, yayınlanmaya değer bir öykü kitabı yaratabilmekle meşgulüm.
Not: 2015 yılında düzenlenen Homeros Kısa Öykü Yarışması’nda bir öyküm basılmaya değer görüldü.
edebiyathaber.net (21 Mayıs 2018)