Bugün Burgaz Ada’ya gidip denize gireceğim. İzmit Gar’ındayım ve etrafta olan bitenleri dikkatlice kaydediyorum. Çöpçü öğle sıcağından bitkin düşmüş bir halde kalabalık tren istasyonunun bekleme salonunda oturacak yer arıyor. Duvar kenarıdanki iki adet ikili banktan birinin sağında otururken adamla göz göze geldikten sonra kıçımı biraz daha sağa kaydırıyorum, yanımdaki boş koltuğa oturmasına izin verdiğimi belli ediyorum. Çöpçü, kirli sakallı, göbekli, esmer ve kırklarında bir adam. Ter kokmaması hemen ilgimi çeken özelliği oluyor. Bu adam ya çalışmıyor ya da bu sıcakta yalnızca gölgelik yerleri süpürüyor diyorum. Bana,“Allah razı olsun” dedikten sonra başlıyor ekonominin ne kadar boka bakttığını anlatmaya. Meğer benimde konuşasım varmış tuvaletin on Lira olduğundan yakınıyorum. Yeni aldığı motorsikletin fotoğraflarını, ne ara laf oraya geldi demeden bana gösteriyor. Sohbeti sonlandırmazsam eğer adama yer verdiğime pişman olcağım. İyi günler dileyip bilet kontrol noktasına ağır adımlarla ilerlerken ense tıraşı martıyı andıran adamın arkasında sıraya giriyorum. Kimlik kontrolünden sonra perona adım atınca zemindeki taştan yüzüme çarpan sıcak ve güneşin kendi sıcaklığıyla üzerime ütü basılmış gibi oluyorum. Oramdan buradamdan ter çıkmaya başlıyor. Dört numaralı vagondan bilet aldığımdan peronun ortasına doğru ilerliyorum. Bu esnada canım birisini yere düşerken görmek istiyor. Çünkü son seyahatim sırasında bir kadının yürüyen merdivenden düştüğünü ve bir adamında salak bir şekilde yürüdüğü yolda kaldırım taşına takılarak suda kayan taş gibi iki kez tek ayağı üzerinde zıpladıktan sonra şap diye yeri öptüğünü görmüştüm. Bu seferde neden olmasın diye yerdeki izmaritleri tren raylarına doğru süpüren temizlik personeline dikkatle bakıyorum. Bana bu işe en uygun aday o gibi geliyor. Adamın düşecek gibi bir hali olmadığını anlayınca, yanıma nasıl birinin oturcağı hakkında tahminler yürütmeye başlacakken aklıma geçen seyahattimde durmadan sümüğünü çeken adama peçete uzattıktan sonra burnunu çekmeye son vermesi geliyor. En ufak bir sese bile duyarlılığım olduğununa kanaat getiriyorum. Özellikle babamın çıkarttığı, baba seslerine zerre tahammülüm olmadığını biliyorum. Zaten kim, aah, ooh, peeh vb. sesleri sever. Lüzumsuz işlerle uğraşıyorum diye kendime kızıyorum. Umarım yanım boş kalır diye bu konuyu kapatıyorum. Önümden leopar desenli elbise giymiş bir kadın geçiveriyor. Neresine bakacağımı şaşırıyorum. Elinde tüp patlamış gibi esmer yanık teni, bir karış topuklu ayakkabısı ve boynunda hangi hayvanın olduğunu anlayamadığım iri bir diş kolyesi var. Abla, tren Darıca Hayvanat Bahçesi’ne gitmez demek istiyorum ruhsuz bir halde. Kendimi tutamayarak küçük bir hapşırık gibi gülüyorum. Kendi kendime kıkırdarken bana bakan yaşlı hafif kambur bir kadın görünce neşem kaçırıyor. Kadını lisedeki hiç sevmediğim matematik öğretmenime benzetiyorum. Eski hocama benzeyen kadın tıpkı onun gibi, kalın çerçeveli gözlüklü, belirgin elmacık kemikli, ördek burunlu ve kısa küt saçlı. Zaten hiçbir dersi ve öğretmenimi sevmediğim aklıma geliyor. Bütün derslerden dersi geçecek kadar puanı zar zor alırdım. Karnelerim siktirnameyle süslüdür. Başka bir ruh haline kayıveriyorum. Trene daha on dakika var ve geniş mavi gökyüzünün altındaki beyaz bulut öbeklerinin hareketlerini yarı huzursuz halde izleyip piyasa yapıyorum. Zaman ilerledikçe perondaki insan sayısı artıyor. Dikkatimi pet şişesindeki suyu, şişeyi sıkarak içen ve gürültü çıkartan delikanlı çekiyor. Suyunu içmeyi kestikten sonra boş şişeyi ne yapacak diye onu izlemeye başlıyorum. Genç, kendinden beklemediğim bir haraketle çöp kutusunu göremeyince boş şişeyi sırt çantasına koyuyor. Önyargılı olduğum için mahcubiyet duyuyorum. Yazın vazgeçilmez kıyafetine bürünmüş dayı bilet kontrolünden geçmiş peronda oturacak yer arıyor. Üzerinde: enine çizgili, cepli ve yakalı tişört, altında krem rengi bermuda şort ve naçizane beyaz çorap üzerine sandalet giymiş. Türk insanı zaten giyinmeyi bilmez, üstelik mevsimlerden yaz olunca iyice paçoz giyinir. Döktürüyorum yine. İçsel sosyologluğumun gün yüzüne çıkması için yazlık kıyafetini giymiş bir dayı görmem yeterli oluyor. Aklıma yaz kış fark etmeksizin beyaz çorap giyen babam geliyor. Adam her türlü kıyafetinin altına uysun veya uymasın beyaz çorabını mutlaka giyerdi. Böyle bir babanın evinde büyümüş ben, beyaz: çorap, atlet ve dondan nasibimi aldım. Lisenin sonlarına doğru donsal ve çorapsal özgürlüğün farkınan varmış, bir nevi başka bir birey olmanın özgürlüğünü tadıyordum. Mavi çorapları ve yeşil donları o zamanlar giymeye başladım. Ayrıca üniversitede okurken renkli çorapları yıkadıktan sonra eşleştirmenin daha kolay olduğunun farkına varmıştım. Yani uzun zamandır çorap çekmecem çiçekçi dükkanı gibi rengarenk. Düşüncelerimden gerisingeriye sıyrılıp karşı peronda birbirlerine hiç yakışmayan, kırk derece sıcağın altında metal bankta konuşmadan duran, ikiliden kadın olanı bakıyorum, bileğine kadar inen beyaz puantiyeli sarı elbiseli, pembe crocs terlikli ve şası olduğu bu mesafeden mavi gözlerinden belli. Adamsa temiz yüzlü ancak doğuştan ağlak bir surat ifadeli. Bu bana göre absürt olan çift, karşı peronda olduklarına göre Ankara’ya gidecekler ama ne bok yemeye gidecekler diye düşünmeye başlıyorum. Kadın küçük boy sarı valizli, adamsa yalnızca dört çizgili imitasyon Abibas marka sırt çantalı. En mantıklı gelen seçenek Ankara’ya Portekiz Konsolosluğuna gidiyor olmalaları ve gitmişkende bir gece Ankara’da kalacaklar deyip absürt çifti düşünmeyi yarıda kesiyorum. Peronda volta atan kır saçlı, sosyalist bıyıklı adamı eskiden nerede gördüm diye düşünmeye başlıyorum. Daha önce pazarda mı gördüm? Yoksa bazı akşamlar gittiğim Kekik Lokantası’nda mı? Siktir et, herifin bana ne faydası olacak deyip içsel referansla önümden geçen kumral, otuzlarında, beyaz pantolon giymiş kadının poposuna kibarca bakıyorum. Uzayıp giden raylara, gökyüzüne ve yürüyen kadının popsuna sırayla birkaç kez bakıyorum. Dikkatli bakınca kadının siyah iç çamaşırını fark ediyorum. Aklıma çocukken annemle kadın iç giyimi satan dükkana girmem geliyor. Annemin bir sütyene ihtiyacı vardı ve maalesef benide peşinden hiç istemediğim halde çarşıya sürüklemişti. Dükkanda, envaiçeşit kadın donu ve değişik isimli sütyenler olduğunu öğrenmiştim. Annem büyük memeli olduğunda 95C giyiyormuş. Bu bilgi ve anıyla ne yapacağımı bilemezken yanıma buram buram tütün kolonyası kokan, yeni tıraş olduğu belli olan bir dayı oturuveriyor. Açık havada olmamızı rağmen koku burnumda uzun süre dans ediyor. Umarım diyorum trende başkasının yanına oturur. Midem hafif kalkıyor. Gezinmeye başlıyorum. Az ilerdeki cep telefonuyla konuşan kadından Paris kelimesini işitince yakınında durmaya karar veriyorum. Bu kokona teyzenin hafta sonunu Paris’in dokuzuncu bölgesinde geçireceğini, yürümeyi çok sevdiğini ve şekerim ne yapıyım önceden biletleri aldık gideceğiz kahretsin tavrıyla önce hayli komik buluyorum. Arıdından bağıra bağıra konuştuğu için kadını, aciz, görmemiş ve görgüsüz olarak nitelendiriyorum. Kıyafetlerini bavul yerine plastik poşette taşıyan çember sakallı, uzun boylu ve Kurtlar Vadisi’nde fırlamış gibi adamı fark ediyorum. İşte diyorum Türk’lük bunu gerektirir zaten. Bak hele, yine bir tespitte bulundum. Anons başlıyor, “yolcu uğurlayıcılarının bilet kontrol sırasına girmemeleri önemle rica olunur”. Yolcu uğurlayıcıları nedir diye düşünürken kafam ambale oluyor. Neden benim bir yolcu uğurlayıcım yok diyerek bir nefes verimi gülüyorum ama birazda içim sızlıyor. Etrafaki insanlardan hangisi yolcu ve hangisi yolcu uğurlayıcısı olabilir diye perondan garın içerisine bakıp, kafamdan insaları iki gruba ayırmaya başlıyorum. Elindeki muzu yavaş ve bir o kadar kibarca sanki bir kadını soyar gibi soyan ellilerinde, uzun favorili ve kel olmasına rağmen kafasının arkasından çıkan saçını uzatıp at kuyruğu yapmış adam ve çubuk kraker yiyen eşine bakıp bunların ikiside yolcu diyorum. Baston yutmuş gibi oturan gencin annesi olduğunu tahmin ettiğim kadının elinde araba anahtarı var. İşte diyorum, bir yolcu uğurlayıcısı buldum. Derken anons tekrar yapılıyor. Bu defa da anonsun neden yapmayacakları şeyi söylediğine anlam veremeyip düzeltiyorum. “Bilet kontrol sırasına yalnızca biletli yolcuların girmesi rica olunur” diye bir işi daha halletmenin verdiği özgüvenle mırıldanıyorum doğru cümleyi. Doğru sözcükleri ambale olmuş kafamdan hemen bulduğum için aylak olmamla iftihar etmeye başlıyorum. Aylaklık demek bolca zaman ve çokça okunan kitap demektir. Beni işe almayan şirketlere küfrediyoum, ben aylakken özgürüm, derken su katılmış rakı rengindeki tren perona yanaşıyor.
Dördüncü vagon dört A. Yanım şimdilik boş ama belki önce ben oturmuşumdur diye pek yayılmıyorum. Otuz saniye sonra peronda gördüğüm yeşil Jansport marka sırt çantalı, çiroz bacaklı, dağınık saçlı yirmilerinin başlarında gösteren kumral genç sessizce yanıma oturuveriyor. Çantasını küçük bir çocuğun oyuncağını göğüsüne bastırması gibi göğüsünün üstende sarılır vaziyette tutuyor. Birkaç dakika sonra b harfi kazınmış termosundan kahve içtiği kokusundan belli oluyor. Kahvenin kokusu bile iyi geliyor. Kendime bir kahve almaya karar veriyorum. Gencin benimle muhattap olmayacağı elindeki kitaptan belli olunca biraz ferahlıyorum. Gence müteşekkir oluyorum. Kitabının adını güçbela okumayı başarıyorum. Sarı cildin üzerinde bir kadın, bir ev, bir roman yazıyor. Yanımda gazete bile olmamasına hayıflanıyorum. Gence okuyacak fazla bir şeyi var mı diye sormaya niyetlenip vazgeçiyorum. Müzikdinlemeye niyetleniyorum. Kulaklıkları kulağıma takıp müzik çalmıyorum çünkü ev haricinde başka bir yerde müzik dinlemeyi sevmiyorum. Bir şeyi kaçırmaktan veya fark edemeyeceğimden korkuyorum. Kulaklıklar sessizce kulaklarımda duruyor. Ardından vagona ikram arabası gelince, sade bir kahve satın alıyorum. Genç zaten kahvesi yanında olduğundan herhangi bir şey satın almıyor. Sıyrılmış şortunun paçasından bacağındaki dövmesi gözüküyor. Bir süre gördüğüm bu figür neydi diye zihnim onunla meşgul oluyor. Çocuk bana “şeker” diyerek yediği portakallı Olips’ten ikram ediyor. Elim refleks gibi uzansa bile içtiğim kahveyi bahane edip ikramını kibar bir ses tonuyla geri çeviriyorum. Bu esnada düşünedurduğum dövmenin Yeni Hayat filmindeki Wilson olduğunu hatırlayınca bıyık altından sırıtıyorum. Nicedir bu filmi görmediğim aklıma geliyor. Hafızamı tazelemek için cep telefonumdan filmi sesi kapalı izlemeye başlıyorum.
Tren, Bostancı Gar’ına erişti. İnsanların çehrelerine bakıyorum, herkes mi mutsuz yoksa ben mi yalnızca mutsuzları görüyorum bu telaşlı kalabalığın içinde? Kalabalığın arasında yürürken soğuk bir melankoli esintisi duyuyorum. Sokak köpeği gibi insanlara aldırış etmeden ilerliyorum. Hipnotize olmuşa benziyorum. Korna sesleri, küfürler ve geri kalan tüm kakafoni sisi arasında yol alıyorum. İzmit’in sakinliğinde sonra İstanbul’a ne zaman gelsem hep böyle olurum. İnsan seli başımı döndürür, sokağın gürültüsü zihnimi bulandırır. Neyse ki imdadıma ekose desenli tişört giymiş, bel çantalı, altmışlarında ve Redbull içen emekli yetişiyor. Bu absürt görüntü sonrası kendime geliyorum. Amcanın arkasından bir müddet yürüyorum. Ona, dikkat edin çarpıntı yapmasın demek istiyorum ama bu nafile arzum amcayla beraber Kadıköy dolmuşuna binip uzaklaşıyor. Bende Bostancı Vapur iskele’ine doğru yürümeye devam ediyorum. Güneş tam tepede, çantamda mayom ve havlum var. “Hassiktir, terliği unuttun” diye biraz yüksek sesle kendime kızıyorum. Nerden bir çift terlik alabilirim diye telaşla düşünmeye başlıyorum. İskelenin yanındaki Migros’da geziniyorum. Hazır gitmişken diyorum, yanıma neden iki bira almıyorum. Ayak numaram küçük olduğundan istediğim model ve marka ayakkabıyı bulmam normalde oldukça zordur. Ama neyse ki şansım yaver gidiyor ve otuz sekiz numara mavi bir parmak arası terlik bulmayı başarıyorum. Sırt çantam biraz ağırlaşmış, eksikler giderilmiş, dört yapraklı yonca modunda iskeleye yürüyorum. Burgaz Ada’ya gidip Tilkicik koyunda denize girmek üzere vapurdaki yerimi alıyorum. Bir sene sonra ilk defa denize kavuşacağım heyecanlı mıyım? Değilim ama keyfim yerinde. İki yan sıraki konuşmaya kulak kabartıyorum. Mavi perçemli siyah saçlı genç kadın “iliğimi somurdu” diyor kocasında bahsederken. Dam üstünde saksağan vur beline kazmayı. Abla sömürdüdür o demek isteyip de diyemiyorum. Bu Türkçe yanlışı sonsası sinirlenmek istiyorum ancak onu bile başaramıyorum. Vapur beni melankolik bir sakinliğe çoktan sürükledi. Kendimi denize bırakasım geliyor. Hayatla olan ilişkimi sorgulamaya başlayınca, David Bowie’nin Starman şarkısının açılış cümlelerine benzetiyorum hayatımı. Hey, my love. Goodbye, love. Bu kadarı benim için yeter diyorum. Vapurun üst katına iç sesimle dertleşmeye başlayarak çıkıyorum. Yaşlandın sen artık, sırt çantanda: parol, metsil ve kas gevşetici taşıyorsun diyorum. Eskiden yaptığım ancak şimdi yapamadığım eylemler kafam gark oluyor. Merdivenleri tek tek çıkıyorum. Adaya ayak basınca kendi kendime olan şikayetlerimden ve ağızımdaki can sıkıcı tattan sökülüveriyorum. Etrafımda ne olup bitiyorsa gözlemliyorum: balık lokantaları, kediler, rüzgarla meydana gelen yaprakların hışırtısı, dalındaki taze çiçeklerin tatlı kokusu, sakin çehreli insancıklar… Hayat burada daha yavaş akıyor gibi gelir bana. Bisiklet kiralayıp adadaki tek sahaf olan Atıl Sahaf’a uğruyorum. Sahibiyle selamlaştıktan sonra kitapların arasında gezinirken sanki hiç tanışmadığım ama çok iyi anlaştığım arkadaşlarımlaymış gibi hafiflemiş hissediyorum. Tesadüflerin insafına kalmamak ve bu sıcakta yorucu bir şey okumamak için itiraf edeyim okuduğum kitaplara göz gezdiriyorum. Dag Solstad’ın Mahcubiyet ve Haysiyet’ini satın almış Tilkicik koyuna doğru pedal çevirmeye başlıyorum. Dar çimenlikten geçen keçi yolunu takip ediyorum, sonra plaj tabelasının gösterdiği üzere sola doğru yokuş aşağı çakıl taşlı yolda giderken sertçe yolun kenarına bisikletin dengesini kaybedip düşüyorum. Gardayken düşen birisini görmek istediğimi hatırlayarak sıyrılmış dizime bakıp acı acı gülüyorum. Hiçbir işi lakıyla yapamıyorsun diye kendime yükleniyorum. Küçük naif bir huzursuzlukla adım adım durgun denize girerken sıyrılmış dizim canımı yakıyor.
edebiyathaber.net (3 Ağustos 2024)