Benim kız hastalandı gene. Önce gırrrr, gırgırgır, tortortor, tartartar, arkasından hiç duymadığım metal vurması gibi laakkk laakkk laakkk sesleri gelmeye başladı. Komşuların pencerelerini birer birer açmalarından da anlıyorum ki bu sefer hastalık ciddi. Komşulardan biri, “yatak sarması sesi bu, uğraşma boşuna, çalışmaz,” demez mi? Gelinliğin son provasına yetişme zamanı, oldu mu şimdi? Neyse ki dilinden anlayan ustası var, alışıktır onu ite kaka çalıştırmaya. Düğüne kadar yetişmesi lazım. Usta halleder, kanka olduk zaten. “Abla, o da yaşlandı senin gibi, anlayan bir ele düşseydi böyle mi olurdu,” diyecek denli de samimi.
Seviyorum kızımı, o da benim gibi antika.
Kızım mı?
Yılların ağlayan küçük düdüsü.
Yeğenim koymuştu bu ismi. Küçüktü. Düdüye her bindirmek istediğimde ağlama sesi çıkarıyordu. Anlamak mümkün değildi. Bir gün “binmem ben buna, ağlayan küçük düdü o, hasta o,” dedi. Dudağını sarkıtmış ağladım ağlayacağım diye duran ön kaput; kaputun hemen altında gözyaşlarını akıtmaya hazır gözler gibi duran farlar; kaplumbağa gibi tostoparlak üzgün bir surat. Araba küçük, kendi küçük, kendi hasta, araba da hasta oldu birden.
Yeğenim mi?
Şimdi doktor. Elleri güzel bebeğim. “Bu kadar güzel elli bebek görmedim,” demişti doğum hemşiresi. Küçükken çok hastalanırdı, doktora birlikte giderdik. Beş yaşlarındaydı. Sıramızı beklerken bir dergi karıştırmaya başladık. Dergide VW Beetle resmi. “Benim ağlayan küçük düdüm cici olmuş,” deyip sevmeye başlamaz mı? O hassas yüreğiyle, o şifalı elleriyle ağlayanların ağıtlarını dindirmeye çabalıyor. Onun yeri bir başka yanımda. Anne olmayı çok istediğim zamanlarda doğdu, belki ondan. Elinde akıl var, benim gibi, belki ondan. Takı yapardık, resim yapardık. Çizdiğimiz en güzel resim de gelin kızlar. Anasının suratı beş karış. Derslerinden geri kalıyormuş. Bana benzeyen yeğen. “Aman kaderi benzemesin” diye söylendiğini duymadım sanki gelin hanımın.
Ben mi?
Her eve lazım kız kurusu, beyaz atlı prensini bekleyen, Zetina dikiş makineli, bol hayalli, zengin çeyizli, acınarak bakılan halalardanım. Yeşilçam filmlerinin unutulmaz seyircisiydim, ondan bu haldeyim zahir. Bir elmas parçasıydım; bir gün prensim gelecek, beni bulacaktı. Kendimi ortaya çıkartmamam gerekirdi. Zaten parlıyordum; namus timsali, ahlakın bekçisi, ailenin koruyucusu sıfatıyla.
Ailem mi?
Küçük kız kardeş, üniversitede okurken fıttır fıttır gezer. Yolda rastlanılan erkeklerin yarısı tanıdık. Ek dersi hiç bitmez ne cumartesi ne pazar. Turist rehberi oldu, hâlâ gezer. Çamaşır, bulaşık, ütü, yemek, akla ne gelirse bende. Anne desen hep hasta, baba desen hep kahvede. Küçük erkek kardeş, annesinin biricik oğlu. Annesine göre şanssız. Şımarıklığın adı olmuş şanssızlık. Parasız kaldığında yere göğe sığdırılmaz ablası, ablası olur anası. Ablası, yani ben, memur, bankada itibar görecek kadar memur işte.
Yıllarca aşklarını dinledim küçüklerin. Ablaları dipsiz kuyu nasıl olsa, isteyen istediğini atabilir, kimse çıkartamaz onları. Evlendiler, rahat ettim derken bebeleri dizdiler arka arkaya.
Torunum mu?
En küçük oğlan yeğen. Menopoz bebesi dedi doktor, gelin şaşkın, bakamaz, nazlanır, zorlanır; torunum gibi sahiplendim onu da. Mıncıkla mıncıkla dur. Yumak yumak, topak topak, yaramaz mı yaramaz. Duvara tırmanma denemeleri yaptık günlerce. Gübre atılmış bahçenin önünden geçerken “bu ne kokuşu böylee,” diyerek burnunu kapatışı gözümün önünden hiç gitmez. Halasının neşe kaynağı. Küçücüktü, hapşırana çok yaşa demeye bayılırdı. Babam hapşırdı, bir, iki, üç, dört… Hapşırıkların ardı arkası kesilmiyor. Sıkıldı, bunaldı, kızdı. Tükürdü dedesinin suratına, “Allah kahretsin seni, ver çok yaşalarımı,” demez mi?
Ta o zamanlardan belliydi müziğe yetenekli olduğu. İlk çıkardığı ses de babasının horlaması. Anasının hışmından kurtarmak için tatile götürmüştüm. Ağaçta bir bülbül öter. “Halam, ıslıkla bülbülün ötüşünü çalabilir misin?” Kemal ıslık çalar, bülbül öter. Ötüşü sineye değer. Beni böyle şakıtacak bir ses olmadı hayatımda. Ne yapayım, kırık yazılmış kader.
İşim mi?
Zabıt katibesiyim ben. Ömrüm duruşma salonlarında geçti. 10 parmak daktilo yazarım, tık, tık, tık, tık, tıkı, tıkı, tıkı, tıkı, tık, tık, cınnnn.
Yüzlerce duruşmanın sesli dinleyicisiyim. Boşanma davaları içler acısı. Duruşma salonu değil de kirli çamaşırları dökme yeri sanki. Ayıptır, üç kuruş para için mahremiyet böyle gözler önüne serilir mi? Velayet davaları, ha keza. “Hafta sonları sende, bayram günleri bende.” “Babaanneyi görmesin, çocuğa beni kötülüyor.” “Anneanneyi görmesin, sosyetik o, çocuğun aklını karıştırıyor.” Bir sürü zırvalık… Miras davaları hele, edepli olun yahu, babanızın eti kemiğinden ayrılmadı daha. Ölüm hak, miras helalmiş. Nasıl da yüksek sesle çağrılır böyle zamanlarda mahalle, çiğliğin üstünü örtmek için.
Bunların avukatları da kendileri gibi. Önemli duruşmalardan önce ziyaret ederler.
-Yalan söylemenin bütün pişkinliğiyle, “Neriman Hanım, güzelliğiniz göz kamaştırıyor bugün”.
– Buyurun avukat bey.
– Saat 10’da duruşma var da.
– 10’daki duruşma için neden 9’da geldiniz avukat bey?
– Hâkime Hanım hakkında hasbihal etmek istedim de. Evli mi bekar mı? Çocuklu mu? Kocasıyla arası nasıl?
– Sizin boşanma davasıyla hâkime hanımın medenî hali arasında nasıl bir bağlantı kurdunuz avukat bey? Ben katibim, bilmem, doğrusunu siz bilirsiniz.
Okulum mu?
Sarmaşıklarla kaplı, sonbaharda her renkten yapraklarla süslü tarihî Ankara Hukuk’un içindeki Adalet Meslek Yüksek Okulu’nda okudum. Okulun ne bahçesinde oturmuşluğum ne de karşısındaki Seyhan Kıraathanesi’ne gitmişliğim var. Babamın kahvesi. Okula gelirken oturur, ben eve gidene kadar da kalkmaz. Okuldan eve gidiyordum bir gün. Sokağımıza geldim, sokak tenha. Erkekler cuma namazında, kadınlar güne gitme telaşında. Genççe bir adam takıldı peşime, ben giderim o gider, ben dururum o durur. Terden sırılsıklam. Bekledim, ne diyecekse desin artık. Akşam yemekte babam, “sokakta seni bir erkekle konuşurken görmüşler,” dedi. “Saati sordu baba, saati! Namaza yetişecekmiş.” Boyun devrilsin Fırıncı Kâmil usta. Oğlun Hasan’la evlenmedim diye bütün bunlar değil mi?
Evim mi?
İç Cebeci’de uzun sokağın başındaki iki katlı, beyaz boyalı, demir kapılı, önünde ıhlamur ağacı olan ev. Ev gibi ev, ait olduğunuz yerde hissettirenlerden işte. Sokağın tamamı tanıdık. Bakkal Hüseyin, Fırıncı Kâmil, Terzi Ahmet, Kasap İsmail. “Sokakta yürürken başın yerden kalkmayacak,” demişti annem. Nasıl da söz dinlermişim, 40 senedir yere bakar bu yüz, boyun eğik, kader kırık. Kâmile Teyze, “varmadı Hasanıma, kaldı işte böyle evde,” der yıllardır. Hasan, iyi çocuk, efendi çocuk. Ama benim prensimin beyaz atı bile küheylandı. Topal Hasan’ın karısı mı deselerdi?
Hayalim mi?
Sallana sallana gelen geceyle nazlana nazlana gelen hayalim. Gençlik heyecanı, unutuldu artık derken “bir yârim olsun isterdim” şarkısıyla ansızın beliren hayalim.
Adliye’den çıkarken çarpışıyoruz, elimdeki dosyalar düşüyor. Mevsim sonbahar. Hayatların izlerini taşıyan sarı, yeşil, kuru yapraklar, sert esen rüzgârla oradan oraya savruluyor. Saçılan kağıtları toplamak için aynı anda eğiliyoruz. Ellerimiz değiyor, elektrik çarpmış gibi çekiyoruz. Göz göze geliyoruz. Parlak kahverengi dostça bakan gözlerle, sıcak bir gülümsemeyle karşılaşıyorum. Utanarak bakışımı kağıtlara, yapraklara çeviriyorum.
-Size kendimi affettirmek için gideceğiniz yere kadar dosyaları taşımanıza yardım etmek isterim.
– Gerek yok, hallederim ben, teşekkür ederim.
– Lütfen! İzin verin.
– Peki, zahmet olacak ama size.
Yürüyoruz yan yana. Duruşmalarda tanık olduğum olayları, karşılaştığım ilginç insanları anlatıyorum. Kahkahalarla gülüyor. Yaklaşıyor, teninin kokusunu hissediyorum.
– Sanki yıllardan beri tanıyor gibiyim sizi.
– Ben de sizi tanıyor gibiyim. Yüzüm kızarıyor. Duygularımı açığa vurmanın heyecanıyla, hemen ilerdeki apartmanın giriş katına bırakacağım dosyaları, alabilirim artık sizden, diyorum.
– Beklemek, bir kahve içmek, bu güzel sohbeti uzatmak isterim, diyor.
– Usulca, peki, diyorum.
Benim sevdam böyle olmalı. Yatağını bulmuş sakin sakin akan bir nehir gibi. Bembeyaz, lavanta kokulu, ince ince işlenmiş dantel örtüler gibi. Sıcacık, yumuşacık, renk renk bebek patikleri gibi.
Şimdi mi?
Doktor kızın düğün telaşı. Kimseye göstermeden prova ettik gelinliğini, çiğdem gibi oldu halasının bir tanesi.
Düdümün yıllardır beklediği an da geliyor… 40 beygir gücündeki yeni motoruyla dört nala gidecek. Nasıl da gülecek nasıl da güzel bir gelin arabası olacak. Takacak farların üstüne siyah kıvrık kirpikleri, koyacak kaputuna pembe gonca gülleri, saracak gövdesine beyaz uzun tülleri.
Geldi sıra… Gelin kızın çeyiz bohçasına…
Biraz kendi çeyizimden koyacağım biraz da modern şeyler. Birazı kalsın, belli mi olur? Allah büyük.
edebiyathaber.net (12 Eylül 2021)