Öykü: Akordeon | Zabel Yılmaz

Ağustos 31, 2024

Öykü: Akordeon | Zabel Yılmaz

Renk renk boyanmış cumbalı binalar akşam olunca gözüme tek renk görünüyor. Antika dükkanının camından görünen eski kameraların üzerine siyah bir örtü örtüp havayı daha da grileştiriyorum. Kapının önünde oturan kemancı plakları içeri aldığımı görünce saatin 8.00 olduğunu anlayıp cama astığı kemanlarını dükkanına istifliyor. Saatte bir geçen akşam otobüsüne yetişmek için her akşam aynı saatte başlıyorum benim antikacıyı toplamaya. Karşı dükkandaki davulcu astığı davullardan birinin tokmağını almış, oturduğu yerde bacağına vurarak dokuz sekizlik bir ritim tutturuyor. Kendince, akordiyon çalan Bulgar kadının şarkılarına eşlik ediyor.

Her akşam aynı saatte geliyor Bulgar kadın. O da benim gibi saatine önem veriyor. Yanındaki bebeğine de… Şarkı söylemeye her başladığında, bir de şarkıyı bitirdiğinde öpüyor bebeğini. Şarkı aralarında da tebessümle bakıyor kızının yüzüne. Yavrucak da buna karşılık bebek arabasında uslu uslu oturup büyük bir anlayışla bekliyor annesinin işinin bitmesini. Sanki işe gelmeden önce kendi aralarında gizli bir anlaşma yapmışlar ya da ben öyle sanıyorum. Küçücük bebekle nasıl bir anlaşma yapılabilir, diyerek kendime gülüyorum. Oysa bu sokaklarda vaktinden önce büyür çocuklar.

Benim dükkânın bitişiğindeki harabe binanın önüne çöküveriyor kadın. Komşu esnafın ve sokaktan geçenlerin önünde çöp yığını oluşturduğu pis kokulu binada akordiyon sesiyle çiçekler açmaya başlıyor. Üst üste yığılmış siyah poşetlerden akan çöp suyu berraklaşıveriyor kadın şarkılara girince. Sidik kokan sokağı fesleğen kokusu sarıyor. Hava eflatuna dönüyor. Dilini anlamadığım şarkıları dinleyerek son plakları da içeri taşıdıktan sonra çayın altını kapatıyorum. Demlik soğumadan bir bardak çay daha dolduruyorum.

Bir bağırış çağırış kopuyor dışarda. Biri ortalığı ayağa kaldırıyor. Hadi bakalım, günün son gerilim sahnesi başlıyor, diye söylenerek çayı tezgâhta bırakıp kafamı dışarı uzatıyorum. Hep birilerinin boş gürültülü boş kıyametleri kopar buralarda. Benim gibi sese koşan tüm esnaf dışarı çıkmış, yoldan geçenler seyirciye dönüşmüş bile. Uzun boylu, iri yarı adamın biri kudurmuş köpek gibi küfürler saçıyor etrafına. Bakıyorum, karşısında küfürlere karşılık verecek kimse yok. Bir yandan Allah, kitap düz gidiyor, öte yandan dükkanların kepenklerine tekmeler savuruyor. Deli herhalde, diyorum ya da içmiş şerefsiz. Yok içmemiş, gayet aklı başında. Parmağını sallayarak tehditler savurmaya başlıyor.

“Bak, seni bir daha burada görmeyeyim. Dinime imanıma sakat bırakırım seni kahpe!”

Kimi sakat bırakacağını merak edip dışarıya çıkıyorum. Yerde oturan Bulgar kadınla bebeğini görüyorum. Kadın, kucağında akordiyonu, korkulu gözlerle öylece adama bakıyor. Gözlerini başka yere çevirse adamı daha fazla kızdıracakmış gibi gözünü bile kırpmaya cesaret edemiyor. Parmağı son bastığı tuşun üzerinde kalmış, tıpkı donmuş bir heykele benziyor. Bebek ağlamakla ağlamamak arasında, annesiyle yaptığı anlaşmaya sadık kalmaya çalışıyor. Annesi yanağına bir öpücük kondursa kötü hiçbir şey olmadığına ikna olacak sanki, çaresizce annesine bakıyor. Ne kadın öpücük konduruyor ne de bebek ikna olmuşa benziyor.

Adam bir ara, yerde oturan kadına tekme atacak gibi oluyor. Son anda vazgeçip sert bir tekmeyi çöp poşetlerine indiriyor. Siyah poşetlerden birkaçı patlıyor, içindeki çöpler kadının önüne savruluyor. Ortalık yine çöp ve sidik kokmaya başlıyor.

Müdahale edecek oluyorum, adamın psikopat bakışlarına denk gelir gelmez vazgeçiyorum. Gözüm yemiyor. Biri müdahale etse ben de dalacağım arkasından ama o taşağı kıllı ben değilim. Derici, kapıya fırlayan çırağını ensesinden yakalayıp içeri sokuyor. “Gir ulan içeri, başımı belaya sokma benim,” diyerek atölyenin kapısını sokağın gerginliğine kapatıyor.

Karşı dükkânın önüne geçip sessizce “Kim lan bu?” diyorum kemancıya. Aşağıdaki midyeciymiş. Daha önce bu sokakta hiç görmediğim midyecinin ne kadar aşağıda olduğunu merak ediyorum. Bakıyorum ki adam, bizim sokak diyemeyeceğim kadar uzaklıkta kalıyor. Kadının eli akordiyonda, çalsam mı, çalmasam mı? diye düşünüyor. Midyeci son sözünü söyleyip gittikten sonra esnaf kapılara çıkıp söylenmeye başlıyor. Ona neymiş? Oraya kadar ses mi gidermiş? Pezevengin derdi neymiş?

“Kadın ulan karşındaki, şerefsiz köpek,” diyor kemancı.

“Ne olacak, sahipsiz gördü kadını, erkeklik taslıyor it. Kesin askıntı oldu da yüz vermedi kadın bu at hırsızına,” diyerek davulcu da muhabbete katılıyor. “Kocası, kadın daha hamileyken Almanya’ ya çalışmaya gitmiş bir daha da dönmemiş. Bu da ne yapsın garibim üç beş kuruş kazanırım hayaliyle gelmiş buralara. Kucakta bebek, elinde akordiyon, bir İstanbul, bir Bulgaristan. Kolay mı?” diye ekliyor.

“Ne kolay ki be kardeşim?”

Durdukça kinleniyorum. Davulcunun kadının güzelliğini, hayat hikayesini deşelemesi at hırsızınınkinden daha iyi niyetli gelmiyor bana.

 İçeri girip tezgahtaki çayımı alıyor gibi yapıyorum. Bir tane de sigara yakıyorum. Kapının önüne oturup bekliyorum. Bakıyorum, kavganın harareti iki dakika içinde sönmüş, herkes meşgalesine dönmüş.  Gidip ağzını burnunu kırsam mı şerefsizin ya da tezgahına bir tekme…

Kafasını çevirip benden tarafa hiç bakmayan kadını nasıl olsa yakalanmayacağım rahatlığıyla süzüyorum. Kaşı, gözü, burnu ince hesaplarla yüzüne montelenmiş gibi duruyor. Kilolu değil ama zayıf da değil. Balık etli mi diyorlar, öyle bir şey. Bebeği kucağına almak için ayağa kalktığında, yok öyle değilmiş, diyorum. Zayıf ama kalçaları dolgun görünüyor gözüme. Bebeği kucakladığında tokası düşüyor yere. Parlak, uzun saçlarının ucu kalçalarına değiyor. Ağlayan bebeği sakinleştirmek için kucağında döndürmeye başladığında teninin bembeyaz olduğunu fark ediyorum. Birinin beni fark etmesinden korkup sigarasını söndüren adam taklidi yapıyorum, kafamı yere eğiyorum. Kafamın içindeki yönetmen “burada kestik,” diyor. Heyecanla izlediğim filme reklam arası verilmiş gibi Allah belanızı versin, sırası mıydı şimdi, diyorum. Kafamı kaldırdığımda kadına doğru gelen adamları görüyorum.

Midyeci pezevenk üç sivil polisle kadının yanına gelip bir şeyler konuşmaya başlıyor. Rol sırası gelen midyeci sahnenin önüne atlıyor. Sokak yeniden kalabalıklaşıyor, seyirci yerini alıyor. Az önce sokağın ortasında aslan kesilen midyeci aile terbiyesi almış da ekmek parasını kazanırken akordiyonun sesinden biraz rahatsız olmuş rollerine giriyor. Kendini savunmaya çalışan Bulgar kadın polislerin yanında birden bacısı oluyor. Midyeci, “Ee, her akşam olmaz bacım, sen de git biraz ötede çal,” diyerek kadını ikna etmeye çalışıyor. On dakika önceki gözünü oyarımlar, gözünü seveyimlere dönüyor. Polisler de sözüm ona iki kan davalıyı barıştırıp helalleştiriyorlar. Midyecinin sırtı sıvazlanıp tezgahının başına gönderildikten sonra kadın şikayetçi olmasın, iş büyümesin diye ikna edilmeye çalışılıyor.

Midyeci gözden kaybolunca adamın kavga esnasında kadını tehdit ettiğini söylemek için göz göze gelmeyi kolladığım beyaz kazaklı sivil, “Bacım git, yukarıda çal, bak bunlar kalabalık aile, başını belaya sokma,” diyor. Baş edilmesi gerekenin kendisi olduğunu çoktan unutmuş siville göz teması kovalamayı bırakıp bir sigara daha yakıyorum. Sonraki replikleri dinlemiyorum bile.

Midyecinin polisleri gizliden arayıp kendisini şikâyet edenin ben olduğumu anlayıp anlamadığını merak etmeye başlıyorum. Polisler dağıldıktan sonra akordiyon çalan kadının kahramanı olamayacağımı anlayıp içeri giriyorum. Otobüsün geçmesine beş dakika kalmış anca, gideceğimi biliyorum ya ceketimin ceplerini elimle yoklayıp anahtarları çıkarıyorum. Polisler gelmeden önce kadına koşup “polisi aradım” demediğim için şükrediyorum. Az kalsın başıma iş alıyordum. Bir daha da bir boka karışırsam…

“Noluyo lan?”

Korkudan, bir gürültü mü, bir patlama mı olduğunu anlayamadığım bir ses duyuyorum. Arkasından birkaç kadın çığlığı… İçimden bir saniyeliğine “midyeci polisi benim aradığımı anladı da dükkânı mı bastı? diye geçiyor. Bakıyorum, dükkânın camı, penceresi yerli yerinde. Vitrinde bir tane kamera yerinden oynamamış. Bekliyorum fakat dükkâna saldıran yok. Benlik bir şey olmadığını anlayınca kapıya fırlıyorum.

“Silah sesi miydi o?”

 Akordiyon çalan Bulgar kadının bebeği ağlıyor. Kadın sırt üstü yere serilmiş. Donup kalıyorum olduğum yerde.  Etrafında insan kalabalığı. “Öldü mü?” diye soruyor biri. Çaldığı akordiyon yerde ters dönmüş. Akan kan ayakkabılarıma bulaşıyor. Saat 8.30… Ben otobüsü kaçırıyorum. Kadın ölüme yetişiyor.

Yorum yapın