Genelde (o) benden önce uyanırdı. Kalkar. Her sabah, evin önünden elektrikli bisikletiyle geçen adamdan, benim için simit ve taze köy ekmeği alır, sonra da kahvaltıyı hazırlamaya başlardı. Mutfaktan gelen takırtılardan anlardım bunu.
Biber kızartması, domates sosu, tereyağı gibi, doktorunun pek de yemesini istemediği bazı yağlı yiyecekleri yemeyi severdi. Bu konuda, benim uyarılarıma da aldırmazdı. Ben ölüme inanıyorum, Tanrıya değil, derdi. Zaten öleceğimizi bildiğimiz için ona ihtiyacımız var, diye eklediği de olurdu. O sabah, ne zaman öleceğimizi bilseydik, belki hiçbir tansığa ihtiyacımız da kalmayacaktı, demişti bana. Ben, onu dinlermiş gibi yaparken, bir şeyleri tırtıklıyor, sol elimin parmakları arasında duran sigaramdan bir nefes çekip, çayımı yudumlarken, bir anne olarak onun (bana) ne demek istediğini düşünüyordum. Belki de Tanrı, demiştim, umarsızca, bütün bunları bizim için düşünmemişti bile.
Olayların geliştiği o sabah aşağı yukarı böyle şeyler konuşuyorduk. Çok saçmaydı evet. İnsanın annesiyle Tanrıyı çekiştirmesi. Ama. Konuştuklarımız bunlara dairdi. Ve. Canım her zamanki gibi, bir şey yemek istemiyordu. Az sonra da kalkıp, camekanlı balkona geçip sigara içmeye devam edecektim. Karnım tok, deyince bozulmuştu bana. Bunca şeyi benim için hazırladığını. Ayrıca sağlıksız da yaşadığımı, gençliğime de çok güvenmemem gerektiğini (42) söyledi. Çoluk çocuk sahibi biriymişim üstelik. Evlatları olup da, karısından boşanmış kişiler, yükte hafif, pahada ağır bir yaşantı sürmeye mahkûmdurlar, da dedi o sabah bana.
Kahvaltımı bitirdikten sonra, kendime yeni bir kahve almak için kalkmıştım ki, “Allah Allah,” diye şakındı. “İlaçlarımı nereye koymuşum ben? Bulamıyorum bir türlü!”
“Odana baktın mı?” diye sordum onu telaşlı görünce. “Yok,” dedi. “Ama. Oraya koymam ki, hep mutfaktadırlar. Şu kutunun içinde.”
Odası üst katta olduğu için, çıkmaya üşenebilirdi. Bu yüzden “Yine de ben bir bakayım.” dedim. Çünkü. Bazen geceden hazırladığı, cevizleri içine koyduğu, bardağın yanında gördüğüm oluyordu ilaç kutularından bazılarını. Merdivenden çıkarken, “Madem çıkıyorsun, aynalığın önündeki çekmeceye de bak bari.” diye seslendi.
Odası havasızdı, her zamanki gibi. Yaşlı insan eti kokuyordu. Tam odanın camını açacaktım ki, (kolumu uzatmıştım mandala) yatakta annemi gördüm. Birden kalp atışlarımın hızlandığını ve vücuduma ateş bastığını çok iyi ansıyorum. Bir rüyada olduğumu düşündüm o an. İlkin. Elime vurdum. Sonra da aynanın karşısına geçtim. Sanırım. Kimin hangi evrende yaşadığından emin olmak istemiştim. Belki de, onun rüyasında (tansığında) olan bendim. Aynada bir ben gördüm. Dokundum. Kendime. Artık emindim ki, bir rüyada değildim. O zaman, alt kattaki annemin benim için hazırladığı bir yaşamın konuğuydum şimdilik. Bir şekilde aşağı, onun yaşamına inecektim. Ama. Öncesinde onun dediği çekmeceyi açmalıydım. Çünkü. İçinde olduğum zamanın akışını da takip etmeliydim. Açtım. Ki. İlaçlar çekmecede yoktu. Bu, hangi zaman dilimi için geçerliydi peki? Hangimizin kesitindeki bir yokluktu bu? Çözmeliydim bunu.
Derken yataktaki anneme sokuldum. Hiç beklemediğim bir gerçekliğin beni üzecek olmasından korkuyordum. Bir anda göğsümün kınası solmuştu. Bir temren gelip de koynuma saplanmıştı sanki. Yataktaki annemin ağzı yarı açıktı. Ve gözleriyle tavana bakıyordu. Sağ bacağı divandan sarkmış, neredeyse yere değecek gibiydi. Sol kolu ise kendini diğer tarafa koyvermişti. Sarstım. Onu. Uyandırıp hangimizin, kimin katında yaşadığını sormaktı ereğim. Ama. İşe yaramıyordu. Bileğinde nabız aradım. Yoktu. Ama, ben varken de kimsenin nabzını yakalayamazdım. Ki! Gırtlağıma götürdüm parmaklarımı. Kendi kalp atışlarımın boğazımda attığını hissedince işin şekli belli olmaya başlamıştı. Zaten (hep dua ederken dile getirdiği) sıralı ölümün de gereği buydu. Ayaklarını elledim. Birbirinin içine kenetlenmiş ayak parmakları ve bileği buz gibiydi. Artık. İtiraf etmenin vakti gelmişti. Kendime. Annem ölmüştü. Bir anda ter boşaldı vücuduma. Sırtım ıpıslak oldu. Diğer yandan da ağzım kupkuru kesildi. Ufalıp gitmiştim.
Annem öldüğüne göre, bunu ona söylemeliydim. Dahası, öldüğüne ikna etmeliydim onu. Aşağıda, benden ilacını bekleyen annemi, kendi bedenine (yoksa gerçekliğine mi?) dönmesi gerektiğini nasıl söyleyebilirdim peki? Mümkün değildi bu! Neden derseniz, zor insanlar vardır, siz de bilirsiniz. Kendi yaptığı her şeye inanan, her şeyin en doğrusunu bildiğini düşünen ve kendi kabullerinin dışında bir yaşamı seçenleri tümden batıl gören insanlardır bunlar. İşte annem tam olarak buydu. Mesela onun kendince bir para harcama şekli vardı. Bu kalıplar dışında yapılan tüm ödeme şekilleri onun için müsriflikti. Mümkünsüzdü de, onu, bunun aksine inandırmak.
Ama. Ne olursa olsun. Denemeliydim. Bir ölü olduğunu. Artık. Aramızda olmadığını. Kabul etmeliydi. Bunu henüz ben kabul edememişken, onu kendi (gerçek) bedenine dönmeye nasıl ikna edebilirdim ki! Hiçbir şeye hazır olmayışımın ağırlığı vardı üzerimde. Yumruk gibi bir sıkıntı gelip yüreğime oturdu. Beni kıpırtısız bırakana kadar öylece de kaldı orada.
Aynada saçımı başımı düzeltip, aşağı inmek için yekindim. Merdivenleri adımlarken, onu hala ilaçlarını aranırken gördüm. “Yok değil mi?” diye sordu bana. “Kör olasıcalar, hiçbir yerde yoklar. Yer yarıldı da yerin dibine girdiler sanki.”
“Tamam, üzülme. Ben az sonra çıkar, eczaneden alırım.”
“Hayır canım! Neden gereksiz bir harcama yapacakmışsın ki! Çıkar elbet. Hadi otur da bir şeyler ye artık. Yüzün iyice beyaza kesti senin. Şu sigara kurutup bıraktı seni.”
Masaya oturdum. Mutfaktaki koku, büyük Marmara depreminin olduğu gece, Selim’le yaptığımız sucuklu yumurtanın tavasını getirdi aklıma. Onların evindeydik. Yıkayayım ben bunları, demişti. Yok, demiştim, yıkama. Yarın sabah halledersin. Ne uğraşacaksın gece gece. Çay içmiştik. Sonra da kalkayım, dediydim. Kal, diye çok ısrar etmişti. Yok, demiştim. Eve gideyim. Yarın görüşürüz. Gene. Merdivenleri inmiştim, aşağı.
“Anne. Bak bir şey diyeceğim sana.” Çayımı getirdi. Koydu önüme. Soğuktu. Bir yudum alıp bıraktım. Midem bulanıyordu. “Anne,” dedim, “otursana, sana bir şey diyeceğim.”
“Şu Aziziyedeki evin duvarlarını halledelim. Babanın mezarını da yaptırmadın hala. Bak, kışa giriyoruz artık.”
Bir başkasına birisinin öldüğünü söylemek kolaymış da, insanın yüzüne söylemek zormuş öldüğünü. Bir türlü yapamıyordum. Gerçi depremin olduğu o gece de yapamamıştım. Bizim yaşadığımız apartmandan iner inmez, üstüme yıkılmayacak bir alan seçmiştim kendime. Ama. Herkes, “A Blok yıkıldı, A Blok yıkıldı!” diye basbar bağırıyor, çığlık atıyordu. Bizim apartmandan inen herkes o tarafa, Selimlerin apartmanına doğru koşturuyordu. Ben bembeyaz toz bulutunu görüyor; ama oraya gidemiyordum. “Tava, tavayı da yıkamamıştık.”
Annem yüzüme bakıyordu. Gözlerimin içine. Nefes alamıyordum artık. Evde. Ya da kapalı bir yerde duramazdım daha fazla. Kalktım yerimden. Çay masaya devrildi, masanın ortasındaki tavaya kadar yürüdü gitti ıslaklığı. Sonra ona (anneme) baktım. Göz göze geldik. En iyisi, yukarı çıktığında, kendi kendisiyle yüzleşmesiydi. Aracısız bir kapışma, daha kabul edilebilir bir hale sokardı belki ölümü. Çünkü zamanın kimin için, nerede başlayacağı hiç belli değildi. Ben, dedim, gidiyorum. Hem ilaçlarını da alırım senin, dönerken. Yok, dediğini duydum kapıyı kapatırken. Gerisini dinlemedim, çünkü tahmin edebiliyordum ne diyeceğini.
Kapının önüne çıktım. Ki, bir ambulans. Şoför koltuğunda Selim oturuyor. İki kişi, arka kapıdan aldıkları sedyeyi bizim eve doğru taşıyordu. Annemi almaya geldiklerini düşünüp, telaşlandım. Kim haber vermiş olabilirdi acaba, gibilerinden düşünüyordum ki, Selim’le kucaklaştık. “Hayrola,” dedim, “hangi rüzgar attı seni buraya?”
Kapıyı açan anemin çığlıklarını duydum o arada. Gelenleri içeri alırken, “Yukarı ilaçlarımı almaya çıkmıştı, aynanın karşısında yığılıp kalmış.” diye anlatıyordu ağlayarak. Bir yandan dizlerini dövüyor, diğer yandan da yakarıyordu sağa sola. Selim’le bakıştık birbirimize. “Hadi,” dedi, “gidelim artık. Kendini çok özlettin.” Yanına geçtim, oturdum. Sirenleri çalıştırdı. Beton yığınların arasından, onun cesedini çıkardıkları o deprem sabahından bu yana kaç sene geçmişti, onu hesaplamaya çalışırken, ana yola çıkmıştık. Gidiyorduk.
edebiyathaber.net (14 Kasım 2021)