Köhne evde ışık yandı, paslı idare lambası parıldadıkça pedalizalar uçuştu, karagözü dağılmış ahırbağında nefti kertenkele etrafına bakınıp kayboldu. Uzaklardan patos sesi geliyordu, cırcır böcekleri, motor homurtusu, nemli havada ahenkle karıştı, bir-iki damla düştü çinko dama, Abbas aldırmadı, aldırmazdı, ela gözünü kıstı, tütün kesesini açtı, kâğıdı dizine yatırdı, bıyığını emdi, avurtlarını kaşıyıp güldü, gülmek onda babadan kalma lekeydi, sebepsiz güleç olanlardandı. Kemikli parmaklarıyla çevirdi cigarayı, Erzincan tütününü kokladı, yalayıp yapıştırdı, lambanın titrek ışığına uzandı, gaz kokusuyla çekti ilk dumanı, çakal sesleri yankılanıyordu, kaşlarını çattı, ulumaya başladı.
Kazma omzumda sağa sola baktım, gün açmak üzere, fındık yapraklarına çiy düşmüş, dallara değmeden yürüdüm, mısır tarlası hışırdadı, gök pembe, hava yumuşak… Ezanla birlikte başlarsam iki saate bitiririm, mevtanın yakınları gelmeden bitirmeli, inşallah bu kere taşa rastlamam, yoksa tüm emek boşa gider. Kıvrış Nine tandırı yakmış, heybeden ekmek arası peynir-domates çıkardım, anam hazırlamış, deli anam benim, beni everecekmiş, everince… Dur, dinle! Git başımdan! Dur dedim Abbas. Sen yoksun! Ben varım, bunu iyi biliyorsun. Siktir git! Kendimle konuşmaya başlayalı kimseye ihtiyacım kalmadı. Rüyalar, gerçekler, düşler, fısıltılar… Ne hayallerim vardı, ne oldum, mezarcı! Abbas nerede, Abbas kuyuda, kazıya kazıya düştüm oraya, o geceden beri böyleyim. Çakal inine düştüm, çakallar güldü bana, oturup konuştuk büyükçe bir ateşin başında, üç gün sürdü, üç ay mı, üç yıl mı, orada zaman farklı akıyor, anlamadım. Evvelden burada sadece onlar varmış, anlattılar, ormanın hâkimi, tek sahibi onlarmış, liderleri Altın, sarı tüylü, başında tacı, kuyruğu kısa, gösterdiler… Dal çatırdadı, iki ceylan gölgesi geçti, bakıştık, hissettiler nefesimi, havayı koklayıp uzaklaştılar. Mezarlığa döndüm, kazmayı yere bıraktım, ekmeğin kalanını yuttum, bi cigara daha, ohh! Közü sağa sola, aşağı yukarı hareket ettirdim, güzel oyun. Abbas şimdi oyun zamanı mı? Kes lan düdük! Avuçlarıma tükürdüm, tü… tü… İlk vuruş önemlidir mezar kazarken! Taş! Az sağa, hı! Gü-zeel, açıldı toprak, hıı! Dipten, ciğerden nefes. Kimse beni sevmedi, sevmek nedir onu bile bilmem! Hıı! Ciğerde sancı, bir şeycik olmaz, yaşıtlarım nerede, hep bir taraflı oldular, ben? Sayın, bay mezarcı, ölülerin yakın arkadaşı! Vur kazmayı Abbas, ulan Abbas amma güzel kazıyorsun, maharete bak! Bu ne hız! Kazma boşa düştü, yine geldiler, bir yolculuğu daha kaldıramayacağım, toprak ne hafif, ne yenlik, tüy, al koy yastığa, uyu. Arkamda ordu var, kazmanın sapında bin el. Hoş geldiniz beyler, sizi gören halis çakal sanır, bu ne kılık, tüyler, kulaklar filan… Yardıma mı geldiniz, Abbas’a acıyıp yanına mı gidelim dediniz, zaman azaldı, şimdi gelir ölü yakınları, çabucak açmalı. Of, amma yoruldum. Sırtüstü uzandım serin otlara, gün söküldü, yüzümde çakalların nefesi, ayıldım, koşa koşa vardık ormana. Önce çama dadanan Kısa İsmet’i korkuttuk, kese kese ağaç bırakmadı deyyus, kaçtı beni görünce, rengi benzi attı, sonra eski evin ışığını bulduk, yay çizerek incirin dibine düştük. Şenlik kurulmuş, büyükçe bi halkanın ortasında gelinle damat öpüşüyor, çok güzeller, tüyleri parıl parıl, davullar, zurnalar, çığlıklar, uuuuu, bütün orman toplanmış, sincap ailesiyle gelmiş, torun torba, yılan, köstebek, kurt, ceylan, gelincik, fare… Buyur ettiler, çok sevdiler beni, aradaki sınırlar kalkınca, kabul görünce bir hörmet bir hörmet, toprakla haşır neşir olan aynı kalır mı? Gece gezmelerinde tanıştık, kavga ettik, alıştık, neyse dönelim şenliğe. Şimdi uykularda fır fır dönen, gıcırdayan yataklarda duyulan bizim inleyişimizdir. Biz uyuduğumuzda insanlar, güneşte yağmur yağarken işitecek sesimizi, çakal düğünü diyecekler, çakal düğünü. Dumbadadumdum, dumbadadumdum, uuuu, dumbadadumdum, dumbadadumdum… Altın çakal başköşede, büyük kâseden tavuk kanı içiyor, tazeymiş, ben geldim geleli tedirgin, işaret etti, kalkıp yanına gittim, uzun kulaklarını dikip hırlayarak dişlerinin arasından konuştu…
“Bu gece, hırrr, şenlikten sonra senin durumunu konuşacağız, ya buraya, ya oraya, iki tarafta olmaz! İnsanlar huylanıyorrr, insanları benden iyi bilirsin, kötülüğün kokusunu alır onlarrr, boklar… Bu güzel diyar böyle miydi! Seni merak edip duruyorlar, niye eski eve gidiyorr, mezarları nasıl hızlı kazıyorrr, geceleri nerede uyuyorrr, sonra o gece olanlar! Bin soru! Artık ya çakalsın, ya insan. Ay tabak olunca ver kararını, iç bakalım dostumm, uuuuuu.” Tasa uzandım, kana kana içtim, koştum, koştum, bütün gece koştum, eve vardım, hava ışıldak, gök mavi, lambaya üfledim, püffff, yastığa uzandım, uyumuşum.
Kıvriş Nine’nin Büyüsü
“Sana dediğim otu buldun mu Hati?”
“Buldum, bulmasam gelir miyim hiç!”
“Geç kaldın be, çok geç…”
“…”
“Gel şöyle, tandırı yeni yaktım, ekmek olmak üzere, çökelek al, çay da var.”
“Sağ ol Kıvriş Nine, sağ ol!”
Tandırda odunlar çatırdadı, büyük bakır tencerede otlar fokurdadı, kavanozlarda renk renk, çeşit çeşit baharatlar, ağır kokuya dayanamadı Hati, yazmasını burnuna çekti, basık tavanda, fare kuyrukları, köstebek dişleri, kedi tüyleri, kurbağalar… Şimaya serili fındığı ters-düz etti Kıvriş. Hati, içeride tencereyi karıştırıyor. Nemli havada üç-beş karga gaklayıp dişbudağa kondu. Hati, kepçe elinde mırıl mırıl duada,“Yapsa yapsa Kıvriş yapar, yapsayapsa Kıvrişyapar!”gözünü kapadı, oğlunu düşündü,“Abbas’ım!”dedi,“kim ne etti sana da büle oldun?”Kıvriş, söylene söylene geldi,“Mendebur boklar yine kümese girmiş, her gece, her gece, kudurdu bunlar e gı, iyi değil bu, çakal böyle kudurdu mu fena! İyice karıştır, karışımdan içer içmez gece gezmeler kesilir, bak, gör, güven sen Kıvriş’e… Söyleyeceğim duaları boynuna as, Songül’ün saçından tel aldın mıydı, iş tamam!”Hati, telaşla irkildi…
“Saçı nasıl bulacağım nine?”
“Günlüğe gideceksin ya, fındık döşürürken yazmasını çekiştirip alacaksın Hati, yapamam, edemem yok!”
Hati, tavana döndü, plan yaptı,“Abbas, iyi olsun da, otu bulmak için te kara ormanın dibine gitmedim mi, gittim, bunu da yaparım elbet. Kala kala Cazi Kıvriş’e kaldın, keşke hocaya gitseydin, gittin ya mankafa, işe yaramadı! Çare yok, oğlan iyi olsun, bu gidişle fena olacak, marazlanacak, kırklara karışıp zayi olacak evladım, babasından sonra onu da kaybedemem.” Kıvriş, tarladan topladığı fasulyeleri kırmaya başladı, odada, lobya sesi, ateşin alazları kaldı, söğüt dalında sığırcıklar ötüştü.
“Bu suyu Abbas’a içir, rüyaya yattım, iyi şeyler görmedim Hati, şaka sanma, hiç iyi değil, mutlaka içir, Songül’ün saçını tez zamanda getir ki yarım kalmasın, rüyamı sana anlatsam evlerden ırak dersin, tetikte ol, tez vakit saç işini çöz, köyü bilirsin, dedikoducudur itler, adı çıktı mı, delirdi diye nam saldı mı oğlan, yandı gülüm keten helva… Gece, silah seslerini duydun mu? Şimşirlikte vurgun olmuş, şiii, kimseye deme, ben söylemedim, sen duymadın, ağız fermuar, oldu? Üç dua bir su, saçı koynuna koy, iki dua bir su, saçı küçük bir keseye iliştirip boynuna as, öyle deyim ben sana, dua et, ulu ağaca git, çaput bağla, sakın o gece salma oğlanı, iyi değilim de, ölüyom, de, evi yıkın kızım, ne yapın edin, o evi yıkın!”
Sela okundu, caminin önünde toplandı kalabalık, haykırışlar, bağrışlar, ölümün hüznü gözlerde, dudaklar kıpır kıpır, eşraf duada, İdris defnedilecek, gök kapalı, ince bir yağmur var, Abbas en arkada, parasını alacak, bekliyor. Hoparlörde dualar, helal ettiniz mi? Helal olsun! Patika yoldan geçildi, toprağa karıştı İdris. Abbas aldı papeli, güldü, girdi eve, uyudu, uyandığında akşam olmuştu. Ay tabak, yaktı lambayı, masa ışıdı, rüzgâr pencerede, kapıda, çatıda… Yel dolaştı evi, masada karaltı. Abbas suskun, yüreğinin sesini duymakta, yavaşça yürüdü, çöktü sandalyeye, İdris, öksürdü, Abbas, cigara sardı, yaktı, masadakinin gideceğine emin, mezara giren ölüler eski eve uğrar oldu. İdris, öksürdü.“Ben ecelimle ölmedim Abbas,” dedi, “sen gördün, beni vurdular!” Abbas titredi, o gece geldi aklına, o lanet gece, mısır yaprakları hışırdadı, ayağa kalktı, belki son kez insanca nefeslendi, yanık ot kokuları, sütlü incir kokuları, zuluf kokuları… Derede yüzdüğü günleri düşündü, fındık ocaklarını, eşkinleri, Songül’ü milyon kez öptü hayalinde, hayal değildi, cigarayı yere attı, kulakları sivrildi, dişleri keskinleşti, sırtı tüylenip kabardı. İdris, karanlıkta yitti, masanın etrafında döndü, eşikte durdu Abbas, ev çatırdıyordu, Ay’a baktı, ulumaya başladı.
Gece herkes gezemez, gece çakalların hükmündedir İnceköy’de… Rivayet odur ki, bu yerde eskice çakallar sultanı Altın yaşarmış, orman eriyip eksildikçe, ot, ocak, tarlada bet bereket kesilince, sert rüzgârlar başlamış kendi dilinde, kokular, kokulara karışmış… Altın, sürüsünü büyütüp çoğalttıkça, bir insanı çekip alınca hâkimiyet ona geçecekmiş. Ormanda yaşamak, büyümek zordur, orman bir karanlık dünyadır, gün sökerken âlemler birbirine yakınlaşır. Çok ölüm olursa, hele haksız ölümlerse bunlar, ayyuka çıkarsa kötülük, başlarmış âlemlerde takas. Gün aydı, ormanda sesler büyüdü ses oldu, Abbas gitti, Kıvriş Nine, anladı işi, anladı ya, sustu. Onu geri getirmek için itiraf gerek, dedi, onu geri getirmek için sökülen ağaçları tek tek dikmek gerek, köy yeşillenmeli, herkesleri hemencecik ikna etmek öyle kolay mı, hem bakalım, bakalım Abbas geri dönmek ister mi…
edebiyathaber.net (24 Şubat 2024)