Kapıyı açar açmaz, vanilya göğünden kopup geldiği aşikar bir esinti karşıladı beni. Esintiye katılarak, ağaçların sözbirliği etmiş gibi birdenbire yapraklarını döküverdiği, şanına yaraşır sarılıkta bir bozkır sabahına daldım. Ayrancı’nın dar kaldırımına sıralı atkestanesi ağaçlarının altından yürümeye koyuldum. Kıyıya vurmuş denizanaları gibi ıslak ve kıpırtısız yaprakları sivri uçlu babetlerimle çiğneye çiğneye yokuş aşağı verdim kendimi. Koyu kahverengi kabukları canlı birer mücevher gibi pırıldayan atkestanelerine basmamaya çalışarak yürüdüm, yürüdüm. Yürüdükçe hafifledim. Çıplak ağaç dallarına can havliyle tutunmuş birkaç derbeder yaprak, güzün sona ermekte olduğunu fısıldıyordu. Ortalıkta kimsecikler yoktu. Rüzgârın uğultusuna karışan belli belirsiz bir melodi çalındı kulağıma. Hülyalı bir Ankara havasıydı bu. Adımlarımı ritmine uydurarak, Miralay Nazım Bey Sokağı’nın köşesinden döndüm.
Sokağın sağındaki iki katlı, mavi demir parmaklıklarla çevrelenmiş bir evin bahçesinde on üç on dört yaşlarında, sarışın bir kız ilişti gözüme. Sokağa taşındığımız ilk gün, bahçede, güllerin arasında saçını tararken görüp tanıştığım Esin Abla’ydı bu. Babası ta İstanbul’lara kunduracılık yapmaya gitmişti hani. İstanbul’da çok para varmış bu işlerde. Üç kardeş analarıyla salça, soğan, tarhana kokusunun içinde yaşayıp giderlerdi. Arada babalarının geldiğini keskin bir anason kokusu muştulardı. Hiç değişmemiş Esin Abla. Gülümseyerek selam verdim ama fark etmedi beni.
Sokağın aşağısındaki Recep Bakkal’ın yanındaki fırının pekmezi bol, yanık simit kokusu başımı döndürdü. Bir an gözüm kararır gibi oldu. Durakladım. Doktoruma itaat edip, aç karnına yürüyüşlere son vermediğim için kendime ne kadar kızsam da faydası yoktu, olan olmuştu artık. Kalan son kuvvetimle fırının ağır, demir kapısını itekleyerek içeri daldım. Fırıncı ortalıkta gözükmüyordu. Alt kattaki hamur teknesiyle güreşiyor olmalıydı. Tabladaki simitlerden en koyu renklisini seçerek, ücretini tablanın kenarına bırakıp çıktım. Yeşilliklerin arasında demir salıncaklı, sarı kaydıraklı bir çocuk bahçesi saklayan küçük parktan içeriye girip, ahşap banklardan birine oturarak simidimi yemeye koyuldum.
“Anneniz ve kardeşinizle buraya gelmiştiniz bir kez. Uzun zaman önce,” diye seslendi biri. Yanı başımdaki banka bacak bacak üstüne atarak oturmuş, gür ak saçlı, kahverengi takım elbiseli, zayıf, yaşlıca bir beyefendi, şaşırtıcı beyazlıktaki dişleriyle gülümsüyordu.
“Tanıdım sizi,” dedim. “Annem, dizimdeki yarısı çıkmış yara bandını çıkarmak için bana dil döktüğü gün de buradaydınız.”
“Ara sıra geliyorum. Bu mevsimde güzel oluyor,” dedi.
“Simit alır mısınız,” diye sordum.
“Daha yeni kahvaltı ettim. Hanım yedirmeden salmıyor dışarıya,” diyerek nezaketle geri çevirdi teklifimi. Uzunca bir süre hiç konuşmadan boş çocuk bahçesini seyrettik. Kafamızın içinde pek çok kez doldurup, boşalttık. İkimiz de hissettik bunu. Sessizliğin de bir sesi olduğundan. Hava serinliyordu. Simidim bitince müsaade isteyip, kalktım.
Çınar Sokak’da bir kamyonet kasasındaki kömürü gürültüyle boşalttı. Etrafı tozutan siyahlık bulaşmasın diye yolun karşısına geçtim. Kömürü demir küreklerle küfelere doldurmaya başladı hamallar. Ardından zor anlaşılır bir ciddiyetle küfelerini sırtlayarak, yosun tutmuş arka bahçelerden birinin örümcek ağlarıyla süslü kömürlüğüne taşımaya koyulacaklardı. Göğsü bağrı açık kıyafetleriyle serin havaya meydan okuyormuş gibi bir halleri vardı. Sadece havaya mı? Tüm yaşamları bir meydan okumaydı belki. Dizleri ve kol arkaları yamalı yoksul giyimleri, eskilikten beti benzi atmış, arkasına basılmış kunduralarıyla bir tiyatro dekoru gibi göründüler gözüme. Yetişecek başka işleri olmalıydı ki aceleden beni fark etmediler bile.
Ana caddede nedense hiç trafik olmadığından karşıya geçmem kolay oldu oldu. Birinci durakta, koyu kırmızı bir tramvay elektrik tellerine kocaman birer bıyık gibi tutunmuş antenleriyle sessizce bekliyordu. Vatmanın koltuğu boştu. İkili deri koltuklara oturarak bekleşen, çoğu yaşlıca yolcular pek oralı değilmiş gibi görünüyorlardı. Artık aceleye yer yoktu yaşamlarında belli ki. Tramvay durağını arkama alıp, ilkokulun bahçe kapısına doğru yokuş yukarı tırmanırken nefes nefese kaldım. Olsun, bahçe duvarından görünen manzaraya değecekti, biliyordum. Hızımı kesmemeye çalışarak bahçeye girip, kırmızı binanın arkasındaki ufak koruluğun uzak köşesindeki duvara tünedim. Bir vakitler, teneffüslerde kesintisiz koşuşturup gürültü yapan diğer çocuklardan uzaklaşmaya çalışırken, tesadüfen keşfettiğim yerdi burası. Buradan ayaklarımın altına serilen, izlemekten hiçbir zaman sıkılmadığım manzaraya baktım. Milli günler için ezberlediğimiz marşları kafamda sufle yaparak seyre daldığım manzara işte burada, karşımdaydı. Şurada, çocukça hayallerimin kenar süsü, şehrin sabah pusuyla silikleşmiş gri binaları. Ötede, Anıttepe’de, daimi ikametgâhına çekilmiş Ulu Önder’in kabrinin azametli görüntüsü.
Bir şeyler değişmişti elbet. Hatta itiraf etmem gerekirse pek çok şey. Defalarca tecrübe etmiştim bunu, sır değildi. Zaman akıyordu. Bir şeyleri alıp götürerek, sürükleyerek, amansızca ve acımasızca akıp gidiyordu. Pıtrak gibi türeyen irili ufaklı binalar şehrin el emeği göz nuru yeşilliğine tuz biber ekmişti misal. Daha ötedeki gökdelenler kent siluetini insafsızca bölüp ayırarak, bozkırın durağanlığına top yekûn ihanet edercesine dimdik yükseliyorlardı. Değişen manzarayla birlikte içimdeki coşkun hissiyatın da durulduğunu fark ettim. Saygı duruşları, kan kırmızısı kâğıttan bayraklar, grapon kağıtları, bağıra bağıra söylenen yeminler, ciddi marşların sert vuruşları eskide kalmıştı. Vaatlerin pek çoğu gerçekleşmemiş, çiğneyip aşacağımızı cümle âleme duyurduğumuz bendimiz etrafımızı çepeçevre kuşatmış, gururla şişen göğüslerimiz kurumuş bir ceviz içi gibi büzüşmüş ve bir vakitler olanca gücümüzle salladığımız flamalar devasa televizyon ekranlarının köşesinde bir ikon olmuştu. Burada, bir vakitler kendimi en iyi hissettiğim yerde, şu taşlarının bir kısmının çöküp dökülerek köşede küçük bir tepecik oluşturduğu okul duvarında tünemiş otururken, birdenbire tuhaf bir sessizlik, ıssızlık duygusu yokladı içimi. İnce bir sızı.
Kafamı dağıtmak için etrafa bakınınca, karşıdaki demiryolu lojmanının balkonunda çamaşır asan yaşlıca bir kadın gördüm. Uzun namaz entarisinin üstüne el örgüsü bir yelek giymişti kadın. Çatkısının kenarından asice dışarı çıkmış ak saçları rüzgârda savruluyordu. El çabukluğuyla, şaşılacak derecede aynı hizada ipe dizdiği çamaşırları bitirip, başını kaldırdığında bir an göz göze geliverdik. Telaşla başını çevirip, içeri girdi. Kapısını kapatıp, uzun uzun kilitledi.
Okulun, zemini çimentodan bahçesi boştu. Öğrenciler derste olmalıydı. Binanın camlarında ders anlatan öğretmenlerin siluetleri oynaşıyor, birkaç dikkati dağınık öğrenci pencereden dışarıya bakıyordu. Binanın yan kısmında, yedi sekiz yaşlarında, saçları iki örgülü, kumralca bir kız çocuğu ilişti gözüme. Yere çömelmişti kız. Ayağa kalkmak için çabalıyor, fakat bir türlü yerinden doğrulamıyordu.
“Ne oldu sana böyle,” dedim.
“Ben de anlamadım. Arkadaşlarımla zıplamaca oynuyorduk. Bir anda bacaklarım tutmaz oldu,” diye açıkladı çekinmesizce. “Bir daha yürüyemeyecek miyim?”
“Hiç olur mu öyle şey, fazla zıplamışsındır ondan. Zorlamışsın kendini. Peki, arkadaşların nerede şimdi?”
Öğretmenleri ders zilinden sonra sınıfa geç gelene ceza verdiğinden kalamamış, sınıfa dönmüşler. Çok disiplinliymiş öğretmen.
“Gel o zaman, seni sınıfına götüreyim. Ben öğretmene açıklarım, bir şey olmaz,” dedim. Japon animelerini andıran, iri, kahverengi gözleri minnetle pırıldadı. Belinden kavrayarak, usulca ayağa kaldırdım onu. Ayakta durabildiğini fark edince daha bir rahatladı.
“Tökezlemende sorun yok, bak… “ derken sözümü kesti.
“Biliyorum,” dedi. “Tökezlemek, düşmek değil, her seferinde ayağa kalkabilmek mesele.” Şaşırdım. Ne bilmiş şeydi öyle.
Kol kola okul binasına girip 2A yazan sınıfın kapısını tıklattık. “Gel,” diyen otoriter sesin sahibi tanıdıktı. Kapıyı açınca Mukaddes Öğretmen’le göz göze geldik. Dersini kesmemek için hiçbir şey söylemeden, başıyla selamladı bizi. Eliyle geçin der gibi bir hareket yaptı. Yumuşayıveren bakışlarından beni tanıdığını anladım. Koyu yeşil döpiyesine yaraşan beyaz gömleği, kısa topuklu siyah iskarpinleriyle ciddi bir şıklık içerisindeydi gene.
Arkadan ikinci sıraya oturan kızın yanına iliştim. Sınıf yeni açılmış kurşun kalemle, çilekli silgi kokuyordu. Öğrenciler kıvrık köşeleri ataçla tutturulmuş defterlere itinayla bir şeyler yazmaya uğraşıyorlardı. Her satır, öğretmenin ısrarla çizdirdiği kırmızı çizginin yanı başından başlamak zorunda olduğu için epey zor işti bu.
Bir ara arkamdaki öğrencilerin meraklı bakışlarını ensemde hissettim. Dönüp bakınca gördüm yetiştirme yurdu talebelerini. Diğerleriyle bir örnek giydirilmişlerse de, illa ki bir ya da birkaç düğmesi sallanan ya da kopup düşmüş tozlu siyah önlükleri, ense bitimlerinde griye dönen ak yakaları, bitlenmesin diye üç numaraya vurulmuş saçsız başları ve ağız kenarlarından eksilmeyen yara kabuklarıyla tam da hatırladığım gibiydiler. Hala öğlenleri diğer öğrencilerin anneleri beslenmelerini hazırlayıp gönderiyor muydu acaba? Arada unutkan veliler olduğunda, Mukaddes öğretmen onlara tost ayran ısmarlıyor muydu? O tostları da, beslenme çantalarından çıkanlar gibi asla sahiplenmeden, yavaş yavaş ısırarak, endişeli bakışlarla, yabani bir çekingenlikle yiyorlar mıydı?
Mukaddes Öğretmen ilçemiz Yenimahalle’nin tarihi mekânlarını anlatırken usulca sınıftan çıktım. Dışarıda, siluetler karanlığa teslim olmaya başlamıştı bile. Okulda zamanın nasıl geçtiğini anlayamadığım günlerden birini daha yaşıyor olmalıydım. Yaya geçidinden geçerken hafiften kar atıştırmaya başladı. Mevsimin ilk karıydı bu. Akşam koyuluğunda tuhaf bir şekilde aklaşan, aklaştıkça yakınlaşan gökten hakkını verircesine, kocaman parçalan halinde dökülüyor, sokak lambalarının solgun huzmelerinin altında sanki daha bir hızlanıyordu. Miralay Nazım Bey Sokağı’nın köşesindeki bodur ağaçlarla kaplı arsaya geldiğimde yerler tutmuştu bile. Sokaktaki ağaçlarla sokak lambaları, ufacık bahçelerdeki bilumum çeşitteki çalılar, kaldırımlar topyekûn beyaza teslim olmuştu. Başka bir şey daha olmuştu. Sanki bir anda zenginleşivermişti sokağımız. Demir ustalarının hayal gücünü yansıtan, pek çoğunun boyaları dökülmüş süslü bahçe kapıları, çatlak mozaikler, menteşeleri gevşediğinden artık açılıp kapanmakta zorlanan panjurlar, sıvaları dökük, epeydir tadilat görmemiş yaşlı binalar kusurlarından arınıp güzelleşivermişti. Yeni yılda itinayla seçip aldıktan sonra, en güzel yazılarımızla doldurup postaladığımız kartpostal manzaralarını andırıyordu bu haliyle. Kürk yakalı mantoları, bir örnek atkı ve şapkalarıyla akça pakça, besili, çoğu sarışın çocukların paten kaydığı Ecnebi memleketlerin sokakları gibi olmuştu.
Dört numaralı, iki katlı evin önüne geldiğimde bir anda durakladım. Uzun zaman önce bu evin yerine üç katlı, gri, zevksiz bir apartman dikildiğini hatırlıyordum oysa. Yanılmıştım herhalde. Alt katın penceresindeki koyu yeşil kadife perdenin kenarından belli belirsiz ışık sızıyordu. Bahçe kapısının mandalını kaldırarak, nedense bir gün dahi iki sandalye çekip oturmadığımız, alt katın bahçesine birkaç merdivenle indim. Mevsiminde, kan kırmızısı yediveren gülleriyle yoldan geçenleri hayran bırakan gül ağacının çıplak dalları beyaz bir zarafetle ışıldıyordu. Bu haliyle acıklı göründü gözüme. Kapının önünde durarak gül ağacını, bahçeyi, pencerelerin denizliklerinin üstünü, her yanı kaplayarak aklaştıran karın altında öylece bekledim. Neyi beklediğimi bilmeden, geçmişle gelecek arasına sıkışıp kalmış bir şimdide, hiçbir zaman kendimi ait hissetmediğim kadar sahiplendiğim bir zamanın içine sıkılmış bir halde, öylece bekledim. Hava soğuk olmalıydı ama içimi tarifsiz bir sıcaklık kaplamıştı. Tüm cesaretimi topladıktan sonra dış kapıdan içeri girdim. Karanlıktı içerisi. Alt katın iki dairesini birleştiren karanlık koridorun ampulü yine patlamış olmalıydı. El yordamıyla koridoru geçerek, sağ tarafın kapısını hafifçe tıklattım.
Kapıyı annem açtı. Üstünde kırmızı fitilli kadifeden, yakası siyah gül aplikeli sabahlığı vardı. Kısa kâküllü, koyu kahverengi saçlarını omuzlarına bırakmıştı. Bu haliyle ne kadar da genç görünüyordu. İçerisi, döküm sobadan gelen sıcaklıkla birlikte mis gibi ıspanak böreği kokusuyla tütsülenmişti. Babamla selamlaştık. Sakız aklığındaki gömleği ve pek sevdiği kırmızı kravatıyla sobanın başına oturmuştu babam. İşten yeni gelmiş olmalıydı. Anaokulu çağındaki kız kardeşim uzunca bir defterdeki resimleri boyamaya koyulmuştu. Geldiğimi fark etmedi bile.
“Dışarıda çok güzel kar yağıyor, haydi dışarı çıkalım,” dedi babam. Coşkuluydu sesi.
“Siz gelene kadar ben çayı demlerim,” dedi annem.
Babam siyah mantosuyla, kalın tabanlı ayakkabılarını giyinmeye koyuldu. Kardeşimle ben annemin özenip diktiği, kardeşimin kırmızı, benim mavi elyaftan kabanlarımızı giydik. El örgüsü berelerimizi, atkılarımızı, eldivenlerimizi taktık.
Dışarıda kar daha bir hızlanmıştı. Artık sokak lambalarının aydınlattığı bir oyun sahnesiydi sokağımız. Beyaz bir masal âlemiydi. Biz de masalın kahramanlarıydık. Karanlıkta dışarı çıkabiliyor, hiç basılmamış karlara basa basa yürüyebiliyor, noel kartpostallarındaki çocuklar gibi eğlenebiliyorduk. Hiç oyalanmadan, yün eldivenlerimizle kolayca sıkıştırdığımız kartoplarını babama fırlatmaya başladık. Beklemediğimiz bir çeviklikle karşılık veren babamızla amansız bir kartopu savaşına tutuştuk. Kar, babamın siyah mantosunda beyaz topaklar halinde patlıyor, karavana olanlar kâh kaldırımda kâh bir ağacın dallarında parçalanıp dökülüyordu. Çok farklı bir geceydi bu. Kartların karılıp, tekrar dağıtıldığı bir gece. Kartopu savaşımız sürdükçe babamla evlatları olmaktan sıyrılarak, her birimizin afacan birer çocuk olduğu gece. Kahkahalarla gülen çocuklardık. O an tek önemli şey kartoplarımızın hedefini şaşırmamasıydı. Kulaklarımız soğuktan kızıla kesene dek, parmaklarımız ıslak eldivenlerin içinde donup hissizleşene dek, deri ayakkabılarımız su alıp ayaklarımız ağırlaşana dek, boynumuzdan içeri giren karlar sıcak tenimizde eriyip yol yol akana dek, atkılarımız çözülüp yollara serilene dek oynadık, oynadık. Belleğimizde en çok iz bırakan anların geldiği gibi hesapsızca yaşanıp giden, sıradanmış gibi görünen anı kırıntıları olduğunu bilmeden oynadık. Birazdan evimize dönecek, soyunup dökündükten sonra, gürül gürül yanan sobanın yanına kurulu bir sofraya oturacaktık. Annemin el açması ıspanak böreğiyle, paşa çayından oluşan akşam yemeğimizde kartopu savaşımızı konuşacaktık. Koca dünyanın içinde küçük bir dünya inşa ettiğimiz, içine sadece dördümüzü, dışarıda amansızca yağan karı, kışı, sıcacık evimizi, kartopu savaşımızı dâhil ettiğimiz akşamdı bu. Sınırlarını elbirliğiyle sımsıkı örerek sert bir koza haline getirdiğimiz, içindeki değerli şeyle birlikte belleğimizin nadide bir köşesine kaldırdığımız akşamdı. Aradan onlarca yıl geçmesine rağmen, kokuları, tatları ve bir daha asla yaşanmayacak anlarıyla olduğu gibi muhafaza edeceğimizden o vakit kendimizin dahi bihaber olduğu akşam.
O hülyalı Ankara havası, başladığı gibi, belli belirsiz kesiliverdi. Aynı anda yağmurluğumun cebindeki telefon çalmaya başladı. Doktorumun sekreteri arayan. Ameliyat tarihimi bildirmek için arıyor olmalı. Açmıyorum, beklesin. Sarılı kızıllı yaprakları sivri uçlu babetlerimle çiğneye çiğneye, Ayrancı yokuşundan aşağı yürümeye devam ediyordum. Yufkacı Tevfik’e uğrayıp yarım kilo yufka alırım. Marketin manavından da ıspanak.
Yokuş yukarı dönüş yolunda sabah esintisi yavaştan durulur gibi oldu. Vanilya göğü turuncuya meyletmeye başladı. Güneş ısıtmaya. Bir süre daha ağaçlar, dallarına tutunmuş yaprakları ana şefkatiyle sahiplenecek, güz güneşi ısrarla bulutları yarıp sarı ışığıyla yeryüzünü ısıtmaya yeltenecek. Fakat uzun sürmeyecek bütün bunlar. Er ya da geç bulutlar güneşe galip gelecek, kış şehri esir alacak biliyorum.
Caddeyi kesen sokakların birinde, mavi tulumlu bir belediye işçisi aheste aheste yaprakları süpürüyor. Sonra birdenbire başını iki yana sallayarak, eski bir Ankara havası mırıldanmaya başlıyor. Sesi yanık. Beni fark etmiyor bile. Yürüdükçe türkü sesi ardımdan usulca uzaklaşıyor. Ardından duyamaz oluyorum.
edebiyathaber.net (11 Kasım 2023)