‘anneme söyleme işten çıkarıldığımı’ dediğinde diyemedim anlar nasılsa, bir çift gözüme sızarken kan.
haz etmezdik ya ikimizde uzun lâftan, o benden de az konuşurdu. içliydi çocukluk ve dahi otuz yıllık arkadaşım. gözünü kıssa, kaldırsa kaşını, yan baksa ya da ardını dönse biri, hemen dertlenirdi. sık küstüğü de olmamış değildi bana, eften-püften, ipe-sapa gelmez yâhût incir çekirdeğini doldurmayacak kadar miniminnacık şeylerden dolayı da, aldırmazdım hiç, bildiğimden gönlünü ve huyunu. len desem, hadi ordan desem, yürü git işine falan, hemen küser, günlerce konuşmaz, ta ki affet can kuş, eşeklik ettim, dilim sürçtü, kardeşim benim gibi lâfları sıralıp, sanki birkaç ömür veya yüz yıl boyu süren dil dökmelerimin sonunda gönlünü zar-zor alana dek.
lâfın belini kıramaz, birkaç cümle kuramaz, sohbetler, dertleşmeler edemez, çoğun bakışarak anlaşırdık ki, o gün de öyle oldu: neyin var senin, yüzünden düşen bin bir parça, mahkeme duvarına dönmüş suratın gibi ona göre pek kırıcı lâflar etmeden, kaş-göz, baş-el, boyun-dudak hareketleri ve zamanla ve de sâyesinde az-çok âşinası olduğum sağır-dilsiz alfabesi yardımıyla şaşkınlığımı bildirsem de bir şey demediydi önce, sonra, çok sonra, çok mu çok sonra dediydi göbeğimi çatlatmasının ardından ‘anneme söyleme işten çıkarıldığımı!’
‘anneme söyleme’leri meşhûrdur otuz yıllık dostumun: ‘anneme söyleme misketlerimi kaptırdığımı.. anneme söyleme öğretmenin fiske attığını.. anneme söyleme o çocuğun çelme taktığını.. şu çocuğun burnumu kanattığını.. berikinin paramı çaldığını.. ötekinin…’ daha neler neler yıılar içinde: ‘ikmâle kaldığımı.. sınıfta çaktığımı.. simit sattığımı.. marangoza girdiğimi.. içki içtiğimi.. bir kızla çıktığımı.. bölüm değiştirdiğimi.. diplomamı kaybettiğimi… anneme söyleme nişanı attığımı!’ hepsine peki de, işten çıkarılmak da ne? diye sormak rûhundan yaralamak, kalbinden dağlamak, alnından vurmak ya da düpedüz cinâyet işkemekle bir olacağından, abesle iştigâl etmemek için, durarak, donarak, susarak, bir çift gözüme sızan kana boyun eğdiydim!
‘kafaları çekelim.’ bu iyidi. hiç değilse ‘neyhâneli meyhâne’ dediği yerde susar, dalar, gevşerken neyzenin üflediği kamışın nefesinde, nefsinde, her tür hevesimizi ve dahi derdimizi göğe savurur, en fazla bulut kılar, olmadı gömebilirdik dibine cehennemin, üstelik de bir şey söylemeden annesine!
sırf evi, annesini değil, daha çoook çocukken onu da terk ettiğinden babası, her işi sırtlaması, her şeyi saklaması, her şeyden alınması, herkese küsmesi, kırılması bundandır zaar desem de, lâf gebesi, dert dibi, sır küpü olduğundan, gerçeğini aslâ bilemeyecektim zannımca, şişede durduğu gibi dursaydı yine o akşam mey.
dili çözüldüydü gibiydi bin bir yıl sonra. müdürüne, amirine, şefine sövdü; işinin içini-dışını sıvazladı, çalıştığı ortama ve kişilere insâfsızca sinkâf eyledi; sabahın köründen, akşamın köründen yakındı, tekdüze hayatından dert saldı, üç kuruşa tâlim ettiğinden dem vurdu desem, yalan. kendindendi şikâyeti ta geceye dek: hasabı-kitabı şaşmışmış, muhasebede açık vermişmiş, şirketi zora zokmuşmuş, başındakilere mahçûp olmuşmuş, dolayısıyla kovulmayı ziyâdesiyle hak etmişmiş! olmayan dilimi yutturduydu bana!
ben böyle bir adam ömrümce görmedim. nev-i şahsına münhâsır bu olsa gerek. baskın, farklı, içkin özelliği de sürgit suçlamasıydı kendini. bıraksanız kendine zarâr verecek, tenini yaralayacak, canına kıyacak his yükünde, akıl tutulmasında, iç çökkünlüğünde hastalıklı bir kâtilin bedelini verme, diyetini ödeme, suçunu infâz etme, handiyse ölüme çoktan göz kırpmış da hayatından bir lâhzede vazgeçme, şeytânına ve dahi azrâiline teslim olma havasındaydı ki, şerefe! dedim, içti.
hâlet-i rûhiyesi fenâ, zihni sarmaşık-karmaşık, gövdesi bitkin dahası çürük, gözlerinin feri sönük, otuz yıllık alkolik gibi elleri, bacakları, dudakları titrek bir hâlde ölgündü ki, imdâdına yetişen ince saz oldu: “bu aaakşaaaam bütüüün meyhâââneeleeeriiiniiii dolaştıııııııım…” neyzen kayıp, sayıp-sövmek ve dahi masadan kalkmak ayıp.. biz de katıldıydık şarkıya: “canım dooooyaaaaaaa doyaaaa saaaaaarhoooooş ooooolmaaaak iiistiyoooorooduuuu…” isteğe uyduk: olduk! derken, çıka geldi neyzen, aldı rebâbını, üfledi rûhumuza, hesabı ödedik, kalktık.
– işkembeci?
zar-zor kaldırdı başını ‘yok!’ demek varken.
– şırdan, yarım kelle.. zerde de dediğim an, kustuydu. on-on beş dakika falan çöktüydük kaldırıma.
– ‘pardon!’
– ne münâsebet.
– ‘pardon işte!’
– dert etme.
– ‘dert mi?’
alınır, kırılır, küser diye sustuydum yine.
– ‘dertleriiiii zeeeevk eediiiindiiiim’ der demez, yine!
– al.. mendil.
– ‘mendilimde gül oyaaa…’
– iyisin herhâl?
– ‘iyiiii.. iyi de ne kelime?’
ağzını yaya yaya, birime beş, beşime taş!
– e gidelim o vakit he?
– ‘nereeee?’
– eve.
– ‘ev de neee?’
– annene.
– ‘annnnemeee bi şi söyleme.’
sabah:
– ‘alo!’
– aaaa! sen misin?
– ‘işteyim can kuş.’
– ne işi?
– ‘iş işi.’
– nasıl yâni?!
– ‘özür diledi patron.’
– a aaa!
– ‘hile yapmışlar.’
– demeee?!
– ‘bensiz olmazmış.’
– hayret!
– ‘hepsini kovmuş.’
– haydaaa!
– ‘müdür oldum, müdüüür.’
– e hayırlı olsun can kuş.
– ‘akşam kutlamaya.’
– hadi canım!
– ‘neyhâneli meyhâne’ye.
– e dün ordaydık.
– ‘itirâz yok.’
– ama…
– ‘ama anneme söyleme.. ağlar.’
edebiyathaber.net (6 Ağustos 2024)