Önce tiz bir mekanik ses duyuldu, sonra otomatik kapı açıldı.
Kapının arkasında bir adam, sol kolu havada, “Bu taraftan,” dedi, “beni takip edin lütfen.”
Görevlinin işaret ettiği yöne doğru onun birkaç metre arkasından ilerlemeye başladım. Sağlı sollu, küçük küçük odalar. Hepsi de boş. Odaların açık kapılarının gerisinde ölüm sessizliği. Soğuk her yanımı sardı bir an. Kollarımı ince kabanımın üstünde kenetleyip yürümeye devam ettim. Sonra kapalı bir kapının önünde birden durdu görevli ve cebinden bir anahtar destesi çıkarıp içinden seçtiği biriyle kapıyı açtı. Uzanıp duvardaki ışığa bastı. İki uzun floresan bir süre pır pır ettikten sonra yandı.
Geniş bir odaydı. Diğerleri gibi boş da değildi. Odanın ortasında yan yana dört masa duruyordu. Üzerlerinde de dört beden. Hiçbir yerleri görünmeyecek şekilde, beyaz bir örtüyle gizlenmişti bedenler. Biri hariç. Birinin baş bölgesinin kenarında bir tutam saç görünüyordu. Açık kestane rengindeydi. Aralarında tek tük de olsa beyazlar vardı.
“Burada bir defter olacaktı,” dedi görevli, bir süre etrafa bakındıktan sonra. “Bırakmamış herhâlde arkadaşlar. Biraz dışarıda beklerseniz, iki oda öteden getireyim. Annenizin hangisi olduğu orada yazıyor.”
“Gerek yok,” dedim.
“Yalnız diğer ölüleri size gösteremeyiz gereksiz yere. Biraz dışarıda bek…”
“Annemin hangisi olduğunu biliyorum,” diye yarıda kestim sözünü ve “İşte,” dedim, baş ucunda bir tutam saç görünen masayı işaret ederek, “şu saçı görünen, annem o.”
Yaklaşık bir saat önce hastaneden telefon geldiğinde ilk dersin henüz başlarıydı. Antropolojiye Giriş. Tahtaya ilk çağlardan günümüze, insanın çağlar boyu geçirdiği fiziksel değişimi gösteren insan örnekleri çizmiş, öğrencilere zamanlararası bu değişimle ilgili genel bir açıklama yapıyordum. İlk çağlarda insan, ortaçağda insan, modern çağda insan. Farklı şekillerde ve görünümlerde insan örnekleri. Derken amfinin kapısı sertçe açıldı ve bölüm sekreteri özür dileyip benim bulunduğum tahtaya doğru ilerledi. Yüzü önceki günlerde görmeye alışkın olduğumdan farklı görünüyordu. Biraz endişelenmişe benzer bir ifade vardı gözlerinde.
“Dersi bitirmeniz gerekiyor hocam,” dedi endişeli bir sesle.
“Neden?” diye sordum.
“Hastaneden aradılar da. Size ulaşamamışlar.”
“Neden arıyorlar ki beni?”
“Anneniz. Bir saat kadar önce hastaneye kaldırılmış.”
“Ne olmuş anneme?” dedim telaşla.
“Söylemediler. Sadece acele gelmesi gerekiyor dediler, o kadar.”
Hastaneye ulaştığımda doğrudan morgu sormuş ve ayaklarım geri geri de gitse annemi koydukları o yere doğru ilerlemiştim. Arabayı hastaneye doğru sürerken acı gerçeği bana sıcağı sıcağına haber vermişlerdi çünkü. Anneniz biraz önce hayata gözlerini yumdu, demişti bir kadın sesi mekanik bir sesle, telefonun diğer ucundan. Trafiğin ortasında öylece kalakalmıştım. Âdeta bir tür şok geçiriyormuş gibi titremeye başlamıştım. Sanki bir rüyanın içindeydim ve olan biten de rüyanın sona ermesiyle gerçekliğini kaybedecekti. Annem birazdan uyanacaktı ve birlikte oturduğumuz evimize geri dönecektik.
“Annenizi buraya getirdiklerinde hâlâ yaşıyordu,” dedi görevli, annemin üzerindeki örtüyü yüzü görünecek kadar indirdikten sonra. “Ama durumu kritikmiş. Hemen sonra kalbi durmuş zaten. Döndürmek için çok uğraşmışlar ama bir türlü sonuç alınamamış.”
“Ne olmuş ona?” diye sordum, sesim titreyerek.
“Bildiğim kadarıyla, kaldırımda yürürken birden dengesini kaybetmiş ve yalpalayıp yere düşmüş. Düşerken de başını kaldırım taşına çarpmış. Oradaki insanlar da onu bir arabaya atıp buraya getirmişler.”
Görevlinin bu sözleriyle içim buz kesmiş gibi oldu. Annemin kaldırımın üzerinde yatarkenki hâlini getirdim gözlerimin önüne. Canı kim bilir ne kadar yanmıştı? Başının darbe alan bölgesi belli oluyordu. Sol gözünün bir iki parmak yukarısında başlayıp saçlarının arasına doğru uzanan bir kesik vardı başında. Oradan akan kan açık kestane saçlarının o bölümünü daha koyu bir tona dönüştürmüştü. Uzanıp annemin saçlarını ellerimin arasına aldım ve öptüm onları. Sonra da oradan geçmişe uzanan bir koridor açıldı gözümün önünde birden.
Babamın Şişli’de kapıcılık yaptığı apartmanın kapıcı katındaki evimize bir telaş hâkimdi o sabah. Annem bir yandan benim üzerimi giydiriyor bir yandan da babamın sorularına cevap yetiştirmeye çalışıyordu.
“Buraların çocuklarıyla aynı okula göndermeyelim demiştim ama sana değil mi?” diye çıkışmıştı babam, anneme. “Ne etkinlikleri bitiyor ne de doğum günü partileri. Bunların bu eğlencelerine para dayandırabilir miyiz biz hiç? Aklın alıyor mu senin?”
“Ben çalışıyorum ya işte,” diye yanıtladı onu annem. “Diğerlerinden geri bırakamam ben çocuğumu. Özeniyor işte çocuk, gitmek istiyor.”
“Ya kadın sende hiç akıl yok mu? Üç kuruş için milletin evini temizleyeceğim diye paralanıyorsun. Ne için, ha, ne için? Ama bir gün gelecek artık para dayandıramayacak hâle geleceksin. Ama baştan söyleyeyim, o zaman hiç bana gelme. Benden zırnık çalışmaz sizin bu işlerinize.”
Annem, “Ben de o zaman daha çok ev temizlerim. Yine de geri bırakmam çocuğumu diğerlerinden,” deyip elimden tutmuştu ve birlikte bir arkadaşımın doğum gününün kutlanacağı Orduevi’ne gitmek üzere yola çıkmıştık.
Orduevi’nin kapısında bizi iki genç asker karşıladı. Annem elinde tuttuğu bir kâğıdı doğru geldiğimizden emin olmak için askerlerden birine uzattı. Asker, doğru geldiğimizi söyleyip isimlerimizi sordu ve onları elindeki uzun listede aramaya koyuldu. Hemen buldu isimlerimizi. Arpat soyadımızla listenin başlarındaydık.
Tam içeri girmeye hazırlanıyorduk ki aynı asker, “Bir dakika abla,” diye durdurdu bizi ve içeriye sadece benim girebileceğimi söyledi anneme. Askerin bu sözlerini duyunca, “Ben sensiz girmem anne,” diye ağlamaya başladım ve anneme sarıldım.
“Ama ebeveynler de katılabiliyor diye biliyoruz,” dedi annem. “Hatta iki kişilik para ödemiştik biz.”
“Biliyorum abla,” diye onayladı annemi asker. “Ama yine de siz giremezsiniz. Sadece çocuğu alabiliriz.”
“Nedenmiş o?”
Asker, eliyle annemin başını işaret ederek, “Başörtünüz var,” dedi mahcup bir şekilde. “Orduevi’ne bu şekilde girilemiyor maalesef. Yasak.”
Annem şaşkın bir şekilde bir askere bir de bana bakıp durdu bir süre. Ben de sorunun ne olduğuna anlam verememiştim. Sonra annem bana dönüp önümde eğildi ve “Ben giremiyormuşum oğlum,” dedi. “Ama sen gir, arkadaşlarınla istediğin gibi eğlen, ben seni burada beklerim.”
“Ben de girmem o zaman,” dedim, ağlamaklı bir sesle, “girmem işte. Sensiz gitmem oraya.”
“Ne olacak o zaman oğlum?” diye sordu annem. “Eve mi dönmeyi istiyorsun?”
Bir süre düşündüm. Tek bildiğim, içeri annemsiz girmemeye kararlı olduğumdu. Ne olursa olsun, bunu yapmak istemiyordum. Bunu yaparsam diğer çocuklar benim hakkımda kim bilir neler düşünürdü? Annesi girememiş, diye alay ederlerdi benimle. Annemsiz onların arasında öylece eğlenemezdim, bu mümkün değildi. Aklımdan bu düşünceleri geçirirken bir yandan da gözlerimi dikmiş, içerideki kalabalığa bakıyordum.
O şekilde uzun bir süre durduktan sonra anneme takıldı gözüm birden, arkasını dönerek bizden bir iki adım uzaklaşmış, eliyle elbisesine bir şeyler yapıp duruyordu. İşte o an annemin başındaki örtünün kımıldadığını fark ettim. Hemen ardından da tamamen aşağı kaydı başörtüsü. Annemin saçları tamamıyla açıkta kalmıştı şimdi. Sonra arkasını döndü ve utangaç bir ifadeyle yeniden bizim yanımıza yürüdü. O iki asker ve ben, bu manzarayı çok büyük bir doğa olayına şahit oluyormuş gibi izlemiştik. Annemin saçlarını ilk kez orada görmüştüm. O örtüyü saçlarından indirince bambaşka bir kadın olup çıkmıştı sanki. Sanırım o an hayatımın en tuhaf anlarından biriydi.
Annem, “Hadi oğlum içeri girelim,” dedi ve elimden tuttu. Hızlı adımlarla içerideki kalabalığa doğru ilerlemeye başladık. O sırada arkamızda kalan iki askere çevirdim başımı, şaşkın yüz ifadeleriyle bizi izliyorlardı.
O günle ilgili başka tek hatırladığım içeride hiç eğlenmediğimdi. Suçluluk hissi duyuyordum çünkü, annem bunu benim yüzümden yapmak zorunda kaldı, diye düşünüyordum. Annem üzülmesin diye bütün gün diğer çocuklarla gülüp eğleniyormuş gibi görünmeye çalıştım. Arada sırada da anneme bakıp durdum. Anneme ve onun saçlarına. Diğer kadınların arasında oturmuş, kimseyle konuşmadan bizi izliyordu.
Eve dönerken otobüste annemle hiç konuşmadık. Ama durup durup ona göz ucuyla bakıyordum yine de. Başörtüsü yine başındaydı. İster istemez o örtünün altındaki saçlarını görür gibi oluyordum her seferinde. Beni oraya soktuğu için huzurlu olduğunu tahmin edebiliyordum ama bir şekilde kötü hissettiği de belli oluyordu. Otobüste arada bir göz ucuyla ona bakarken, acaba ne düşünüyor, diye geçiriyordum içimden. Bir ihtimal babam gelmiş olabilirdi aklına, bir öğreniverse nasıl bir tepki verir acaba, diye düşünüyordu belki de. Bu yüzden bundan hiçbir zaman kimseye bahsetmemem gerektiğini biliyordum. Annem bu konuyla ilgili tek bir söz bile söylemedi bana yıllar boyu. Ben de sormadım. Bu anı aramızda yıllarca sır olarak kaldı.
“Artık sizi dışarı almam gerekiyor,” dedi hastane görevlisi. “Başınız sağ olsun.”
O soğuk odada annemin saçlarını son kez ellerimin arasına aldım. Sonra da üzerini beyaz örtüyle kapatıp odadan çıktım.
Kemal Sümer kimdir:
1983 doğumluyum. Muğla Üniversitesi İktisat Bölümü mezunuyum. Ankara’da yaşıyorum. Oggito’da öykülerim yayımlandı. Okumayı ve yazmayı mütemadiyen sürdürüyorum.
edebiyathaber.net (5 Mart 2019)