Yaradan yarattıklarının merhametine inanıp herkesin kaderini yarım bıraktı. İşte o zaman kadınların kaderini erkekler avuçladı.
Kıyameti andıran bir gecenin sabahıydı. Cenaze merasiminde siyah giyinen herkesin aksine beyaz giyinmişçesine uyandım bu öfke kokulu eve. Dilime dolanan türküyü mırıldanarak mutfağa doğru ilerledim. “Dolana ay dolana,dolana…”
Gördüğüm karşısında nutkum tutuldu, türküm duruldu, olduğum yere yığıldım.
Ölmeden hemen önce ayağıyla devirdiği sandalye yüzüstü düşmüştü; gözyaşlarını halıya akıtarak ağlıyordu. En son işi hamur yoğurmak olan ellerinin kanı çekilmiş, dudakları hafif aralık kalmıştı. Zaten mor olan gözaltları iyice koyulaşmıştı. Yamalı ruhu odanın içinde olanları anlamak istercesine dolanıp duruyordu. Lime lime olmuş, el emeği göz nuru hayatını sonuna kadar yamalamıştı.
Annemin gözünden dünyaya bakmak nasip olmadı. Şimdi karşımda, boşlukta sallanan bedenini izlerken anladım payıma düşeni. Annemin çiçekli şalvarı, çiçekli geceliği… Geceliğinin her yanından yama fışkırıyordu. Göğsünün üzerine kırmızı yama, karın boşluğuna yeşil yama denk gelmişti. Annemin yamalı ruhundan dünyaya bakmaktı bana miras kalan.
Annem dayak yedikten sonra moraran suratına beyaz yama, yolunan saçlarına mavi yama, umut etmediği fakat güzel olma ihtimali olan yarınlara siyah yama, yüksek sesli kahkahasına pembe yama iliştirmişti. Ayakları boşlukta sallandıkça yamaları bedenini terk ediyordu. Kırık bir sitem kalmıştı dudağının kenarında.
Ilık esen rüzgârlar yerini her an, her şeyi yerle bir etmeye hazır, yürekleri ürperten, sert bakışlı rüzgârlara bıraktı. Açılan kapıdan hızla içeri giren rüzgâr annemin ölü bedenini devirmeye çalışır gibi odanın ortasına doğru esmeye başladı. Babam kucağında taşıdığı odunları düşürdü; taş basamağa çöktü kaldı. Başı eğik, bakışı toprakta… Hiç ağlamadı. Parmaklarını çıtlatmaya başladı sessizliği bozmak istercesine. Sessizlikten korkardı babam. Kamburu daha bir belirdi. Şaşkınlık gelip gözlerine oturdu. Üzgün değildi. İki çocuk, kış, onarılmamış çatı… Şu an ölümün hiç zamanı değildi, diye düşünüyordu besbelli. Az sonra kalktı; sobaya doğru ilerledi. Yerden topladığı odunları sobanın içine yerleştirdi. Cebinden önce sigarasını çıkarıp yaktı, ardından da sobayı tutuşturdu. Alevler tavana yansıdı. Alevlerin gölgesi annemin ölü bedenine düştü. Dansa durdu yamalar alevlerin öfkeli ışığında. Annem ısınsın istemişti babam. Her gece dövdüğü annem üşüyerek gömülmesin istemişti.
Sıkıca yumdum gözlerimi. Bir gün önceye dönmek için nelerimi vermezdim. Annem tülbentinin üzerine daha sonra tekrar çiğnemek için bıraktığı sakızı ile çıksa mutfaktan, soğuktan moraran ellerini sobaya tutsa, damı akan evin tavanına doğru okkalı bir tükürük fırlatsa, yıkamak haricinde üzerinden yaz kış çıkartmadığı lacivert hırkasını sarsa iyice göğüslerine…
Biraz daha sıkı yumdum gözlerimi. Çayın çiğliğine kızmıştı babam en son. Bu sefer de ondan sebep vurmuştu. “Bir boka yaramazsın sen kadın,” dedikten hemen sonra annemin saçlarına yapışmış, morarana kadar suratına vurmuş, en son da annemi yere fırlatmıştı. Usulca düştüğü yerden kalkmıştı annem. Ağlamadan… Sarı, sık dişli tarakla hep ortasından ayırdığı saçlarını taramış, iki yana örüp bırakmıştı. Ardından elindeki iğnenin deliğine ipi geçirmiş, fistanını dikmeye koyulmuştu. Babam boğuşma sırasında boylu boyunca yırtmıştı o fistanı. Boğuşma denmezdi buna gerçi. Olsa olsa tek taraflı saldırı olurdu adı. Morarmış gözü görmesini kısıtlıyordu. Sağlam gözünü, daha iyi görebilmek için iyice kısmış, gelişigüzel dikmeye başlamıştı fistanını. Birkaç gün sonra yine yırtılacaktı nasılsa. “Elleri kırılsın, yediğiyle ağladığı bir olsun. Ne bana vurabilirsin ne de tenime dokunabilsin,” dedikten sonra dilinde yarım bir türkü ile devam etti işine. Atamadığı çığlığını yüreğinin en tenha yerine hapsetti. Yama kutusuna uzanıp parçalanmış yerlere yama dikti. Güzel yamalardı annem parçalananları…
“Allasen, ne suçum vardı şimdi,” diye bana sormuştu. Diyememiştim, suçun yok, diye işte. Ya da belki vardı suçu annemin. Düştüğü yerden kalksa, bir tane de o vursaydı babama. Damı akan tavanı, boyası dökülmüş duvarı, patlak ampulü, kırık sandalyeyi bahane edip vursaydı ya. Susmanın, katlanmanın, fedakârlığın bir sonu var, deseydi. Benim de bir sonum var, deseydi. O zaman daha az ölürdü benim annem. Belki daha az suçlu olurdu en günahsız yaşamında. Ama annem çaresizlikten sıyrılıp, ölümün merhametine şükretmek istemişti.
Benim annem boşlukta sallanıyor karşımda. Ölü bedeni daha bir fazla ölüyor sanki. Moraran suratını aydınlatamıyor bile sobanın alevi. Elindeki mandalinayı soyuyor babam, ardından da kabuklarını sobanın üzerine atıyor. Annemin bedenine siniyor mandalinanın kokusu. Mandalina bir parça utanıyor gördüklerinin karşısında. Erimiş sanki annem. Kapalı gözleri mandalinanın üzerine düşmüş gibi. Mandalinanın kabuğu ezildi, sindi, küçüldü. O da annem gibi yok oldu alevlerin yansımasında.
Babam ellerini pantolonunun arkasına sildi. Daha üzgün bir ifade taktı suratına. Arka cebinde her an hazır bekleyen ifadelerden işte. “Ben imama, muhtara haber verip geleyim hele,” dedikten sonra son kabuk kokusunu alıp hızlıca çıktı kapıdan. Hızında telaş yoktu. Yamalara takıldı gözüm. Kafamdan aşağıya dökülmeye hazır yamalara… Gözlerime dolan yaşlarımı içime akıttım, doğruldum. Annemin ayaklarına sarıldım, annemi oradan alıp ben doğurmak istedim. Yatağından çıkıp gelen kardeşim Elif’in çığlığı ile irkildim sonra. Doğuramadım annemi.
Elif delirmiş gibiydi. Kırk yıldır ağıt yakıyor gibi başladı ağıt yakmaya. Nereden öğrenmişti ağıt yakmayı? İnsan ağıt yakmayı dünyaya doğarken yanında mı getirirdi? Elif’in ağıtından sonra annemde ağlamaya başladı. Duyuyordum ruhunun hıçkırıklarını.
Açılan kapıdan önce muhtar girdi, ardından da kadınlar. Muhtar soğukkanlılıkla çıkardı ilmiği annemin boynundan. Muskası elime düştü. Korunmak için yaptırmıştı. Kadınlar yüksek sesli ahvahlarla odaya doluştular. Birkaç gün önce yıkayıp yeniden bağladığı yün yatağa yatırdılar annemi. Ağlamalar bağrışmalara, bağrışmalar saç baş yolmalara dönüştü. En çok kadınlar ağladı anneme, hatta bir tek kadınlar… Ruhu yamalı kadınlar daha fazla ağladı…
Muhtarın komutasında camiye doğru yola düştük. Annemi çarşafla önde taşıyorlardı. Caminin ölü yıkamak için ayrılmış küçük bölümüne yöneldiler, ben de arkalarından. Boylu boyunca teneşire uzattılar annemi. Önce çiçekli geceliğini, ardından bolca kaynatılmış, ağzı yüzü sünmüş, beyaz atletini çıkardılar. En son da çiçekli şalvarını… Teninin beyazlığı, hor kullanılmış ayakları, sömürülmüş memeleri odaya doldu. Üstünden çıkardıklarını siyah bir poşete koydular. Poşeti alıp sımsıkı göğsüme bastım. Kadınlardan biri eline aldığı bezle yıkamaya başladı annemi. Ardından dudaklarını, burun deliklerini, göbek deliğini temizledi. Sonra bembeyaz kefene sardılar O’nu. Annemin yamasız ilk giysisi oldu kefeni. Elif’in hıçkırmaları doluyordu gasilhaneye. Annem de iç çekiyordu o zaman kefeninin içinden.
Göğsümde tuttuğum ölü annemin elbiseleri ile yağan karlara aldırmaksızın mezarlığa doğru yola koyulduk. Cemaat yok denecek kadar azdı. Annemi açtıkları çukura indirdiler. Üzerine hızla toprak atmaya başladılar. En çok babam attı toprağı annemin üzerine. Gömdüğünden iyice emin olunca bıraktı küreği.
Benim annemi en çok babam gömdü.
Saatler içinde karın duru beyazlığı toprağın koyuluğunu örttü. Bembeyaz bir örtü altında bıraktık annemi. Beni en çok annem eksik bıraktı. İnsan nasıl tamamlanır? Ya da insan ne zaman eksilir? Eksiklik… Bundan sonra hiçbir zaman tam olmayacağım. Tamamlanamadan eksildim.
Sol ayağını içe atarak yürüyen annemin hafif sola aşınmış ayakkabılarını avlunun önüne koydular. Sonra kimse ağlamadı. Payıma düşen geceliği ve şalvarını giyinip yama kutusuna uzandım. Babamın merhametsiz kalbine denk gelsin diye gömleğinin sol cebine çiçekli bir yama iliştirdim. Babamı uyuduğu kanepede bırakıp, kardeşimle beraber gecenin karanlığında, güzel olma ihtimali olan yarınlara doğru yola çıktık.
Anne olmaya, kendimi yeniden doğurmaya karar verdim.
edebiyathaber.net (8 Ağustos 2021)