Usul usul yağan yağmurun içinden, ağrıyan dizlerine aldırmadan avluyu geçip, tahta kapılı tek göz odanın önünde durdu Kadriye. Bir elinde içine bir tabak pilav ile üzüm hoşafı koyduğu bakır tepsi olduğu halde, boşta kalan elinin başparmağı ile kapının metal dilini aşağı itti. Kapı, karşıdaki sedire sırtüstü gömülmüş, uykuyla uyanıklık arasında huzursuz, güç bela nefes alan hastaya garezi varmış gibi gıcırdadı bir süre. Hasan, kirpiksiz göz kapaklarını araladı, havalanmak üzere olan bir kuş gibi kaşlarının ortasını çattığında anası, az önceki gürültüyü örtbas edercesine sessiz, tepsiyi yere bıraktı.
-Yav kaç kere diyecem gürültü yapma diye. Güçlükle çıkan nefesine karıştı ölgün sesi, neredeyse ağzından çıkan her kelimenin arasında soluklanıyor, ciğerlerini ne kadar şişirmeye çalışırsa çalışsın, o sıhhat bir türlü gelmiyordu. Anası, sağ eliyle omuzundan hafifçe kaldırıp, arkasındaki yastığı dikeltti. Ardından, iki koltuğunun altından tuttu oğlunu, tüy gibi hafiflemiş vücudunun üst kısmını doğrultup dayadı yastığa.
– Bak sevdiğin gibi yaptım, tereyağlı deyip, pilav doldurduğu kaşığı uzattı ağzına doğru. Hasan kaşığın ucuna uzandı, tadına bakmak ister gibi pilavı ağzına götürdü, buruşturdu yüzünü. Birden, çomak çomak olmuş parmaklarını bile zar zor taşıyan elinin tersiyle itip devirdi tabağı. Anası sakin, tabağı çevirdi, önce avcuyla muşamba zemini şöyle bir süpürüp topladı dökülenleri.
-Günahtır, peygamber efendimizin –sallallahüalyehivessellem diye ekledi sesini yükselterek- gözünün yaşıdır
-Neyse ne, Aliksan geldi mi bugün?
– Geldi sabah, yemleyip uçurup gitti
– Ana be, Hacer’i hatırladın mı? Taaa Sinop’a gelmişti hani. Kocası göçmüş geçen hafta, Aliksan dedi dün.
– Hatırladım kara gözlüm, hatırlamam mı? Dedi anası. Çocukluğundan beri, özellikle babasından dayak yiyip hırsla tırnaklarını kemirdiği akşamlarda, böyle severdi oğlunu. Ezelden, azıcık alık ve çirkince bulduğu kızından esirgediği portakalları gizli gizli Hasan’a yedirir, kasabanın pazarına ne zaman çıksalar, sıcacık koynundan çıkardığı dertop olmuş kalan pazar parasıyla tahta sandıklı dededen oğlana lahmacun alır, “eve gidince abana bişey deme” diye tembihlerdi. Neyse ki, ablası yüzünde tuhaf tuhaf benleri olan, karga burunlu eniştesini bulup evlenmişti de Kadriye torun torba yüzü görebilmişti. Ah ne vardı şu oğlanı da dünya gözüyle başgöz edecek kadar vakti olsaydı, elinden tutup, pazara götürür gibi kaderinin önünden kaçırıverseydi.
– Kısmetinde yokmuş o kız, Mevlam kara yazmış yazını
Hasan yirmi sene önce, askerden yeni dönmüş, fitil gibi bir delikanlıyken, kasap dayısı yanına almıştı yeğenini, maksat işi öğrensin, evlatsız bu dayıyla dükkanı çevirsin. Hasan’ın hayatı da aslında kasabası gibi, durgun ve sakinlemişti o güne kadar. Her gün sabahları aynı saatte dükkanı açıp süpürmüş, satırları, bıçakları demirden eğe ile bilemiş, çekme kollu metal buzdolabından çıkardığı, cansızlıklarına tezat bir kırmızıyla donanmış etleri vitrindeki kancalara asmıştı.
Dükkandaki bıçaklar gibi keskin ve aynalı Hasan, o zamanlar öyle yakışıklıydı ki, sokaktan geçen kızlar, hiç utanıp sıkılmadan, ellerini alınlarıyla camın arasına dayar, vitrinde, ayaklarından asılı, kıçlarına plastik çiçekler sokuşturulmuş koyun karkaslarının arasından içeriye bakıp gülüşürlerdi. Hasan ise o ara gözüne Hacer’i kestirmiş, o deli sıcak mübarek ramazan günü geldiğinde daha anca iki muhallebi, bir sinema bir çift de dudak paylaşmışlardı. Akşam vakti, üzerinde beyaz, kuşaklı önlüğü, kafasında Hacer’in hayali kıymayı tartıp, müşteriye uzatmıştı ki adam “eksik tarttın hemşerim” diyip horozlandı Hasan’a. Laflar havada kapıştıkça, Hasan parladı, adam benzin döker gibi yürüdü üzerine. Ne zaman ki adam ana avrat küfretti, işte o zaman Hasan sanki portakalların, lahmacunların üzerinden atlaya atlaya tezgahın ucuna ilerleyip, daha sabah elden geçirdiği Yatağan işi bıçağı adamın göğsüne saplayıverdi. “Anam” diye bir çığlık çıktı adamdan, iki büklüm kapaklandı yere. “Anan ya” diye geçirdi bir an içinden beriki. Sonrası, beyaz, serin fayanslarda, ayaklarının dibine kadar yayılan kan. Kan daha kurumadan geldi jandarmalar, Hasan önce Nazilli’de yattı, sonra Sinop cezaevine nakledildi, toplamda 17 sene yedi.
Anasının kederli elini bulup, elleriyle sardı buruşuk bileklerini.
– Şu bantı değiştiriver, ağrıyo, çok ağrıyo dedi eğilerek.
Anası, sırtındaki yelekle birlikte kirli, sararmış atletini sıyırdı, bantı yavaş yavaş, sanki ciğerlerindeki meret de beyaz yapışkanla birlikte gelecekmiş gibi özenle çıkardı, yerine yenisini yapıştırıp, indirdi giysilerini.
-Arap’ı görmüyom kaç gündür, çıkmıyor mu kümesten dedi, gözlerini yanıbaşındaki pencereye çevirip.
-Yok, kara gözlüm, çıkmaz mı hiç. Daha dün sabah uçuyodu taklacı deyyus
Arap, en sevdiği güverciniydi Hasan’ın. Mapustan çıkınca, kuşa merak salmış, ortakçıdan gelen payını alır almaz, soluğu mezatlarda, kuşçularda alır olmuş, değiş tokuşlar için uzak ilçelere bile gitmişti. Bahçenin arsaya bakan briket duvarına dayadığı derme çatma kümesi kendi elleriyle yapmış, zamanla kümese çeşit çeşit Şebapları, Mısrileri, Sarıbaşları doldurup, kuluçkanın inceliklerini öğrenmiş, ta Manisa’dan bir tane Hünkari bile almıştı. Ama şu Arap yok muydu Arap, vakti zamanında kimbilir hani kuşbazın parlağına kanmayıp, bahçeye dönekleyerek inmiş, daha ilk günden Hasan’ın gözünün içine içine bakmıştı sanki. Üç yıldır ne yapıp ettiyse hiçbir dişiyle, hiçbir barakada çiftleştiremedi Hasan Arap’ı. Kuşları günde iki vakit uçurduğu zamanlarda, bir süre kuşu gözden yitirir, sonra mavi beyaz göğün içinde hayvan kara bir nokta gibi belli belirsiz göründüğü an rahatlardı. İşin aslı, geçen hafta briketin üstüne indiği zaman Arap’ın bir kanadını, dakikalardır pusuda yatan, komşu bahçenin uğursuz tekiri yaralamış, hayvancağız parlak siyah tüylerle kaplı sağ tarafını koca bir bavul gibi sürüklemeye başlamıştı. Aliksan’ın dediğine göre hayvan telef olmuştu, daha da uçamazdı artık.
Başının yan tarafında duran mavi, uzun tüpü güçlükle işaret etti Hasan. Anası, aletin ucundan sarkan hortumu burnuna yerleştirip vanayı açtığında biraz rahatlar gibi oldu ama son günlerde hava da fayda etmiyordu. Allah biliyor ya kaç gece oğlanın inlemelerini dinleyip, kalbi değirmen taşında eziliyormuşçasına çilesinin bir an önce bitmesini, dilemişti rabbinden. Hasan, sırtında hala soğuk ve nemli hapishane duvarlarının ağırlığı, kapanan göz kapaklarının ardında artık istese de bir türlü hatırlayamadığı Hacer’in yüzü ile, sanki yattığı sedirden aşağıya, iyice toprağa yaklaşıyormuş gibi uykuya dalarken anası sessizce odadan çıktı. Üzerine gri bir saç teli yapışmış pirinç pilavına, el sürülmemiş hoşafa bakıp, kabı kacağı bahçedeki derme çatma mutfağa bıraktı. “Allah şükür” deyip, oğlunun alamadığı tüm nefeslerle bir iç geçirdi, kümese doğru yürüdü. Yağmur dinmiş, ardında bulutların grisi kalmıştı. Kümesin kapısındaki, ucuna kırmızı çaput bağlanmış kamışı kenara çekip, tahta dili kaldırdı. İçeri girdiğinde, önce oğlunun artık alıştığı kokusu geldi burnuna, sonra beyazların, grilerin, Sarıbaşların ötesinde kara bir topak gibi seçti gözleri Arap’ı. Hayvanın yanına yaklaştı usulca, boncukla süslenmiş, yağmurdan sonra çıkmış bir gökkuşağı gibi janjanlı boynuna uzandı sol eliyle. “Mağfiret ya rab” deyip iç geçirdi gözünden yaşlar akarken. Sağ elinin parmaklarını gaganın altından doladı, çekti yukarıya tek hamlede. Çıt etti bir ses, boncuk yere düştü.
edebiyathaber.net (27 Ocak 2022)