“İnsan kendisini bir başkasına anlatırsa arınabilir mi?” Kafasında bu soruyu döndüre döndüre sabahı etmişti. Sağa sola dönüşlerin bir netice vermediğine ikna olunca saatin yedi olmasını beklemeden kalktı. Zorla uyumaya çalışmak hem kendine hem yatağa eziyetti. Altındaki çarşaf savaştan çıkmışa dönmüş, yorganın bir ucu yere değecek kadar sarkmıştı. Yatağın kenarına oturdu. Günlerden on dokuz mayıstı. Güneş ufuktan çoktan doğmuş, perdeleri panjurları zorluyordu. Sabah neşesiyle odayı zaptetmeye and içmiş inatçı bir sarışın gibiydi güneş. Sıcak kanlıydı da bir yandan. Ne yapar eder seni kollarına almanın bir yolunu bulurdu. İşte bir kez daha yenilmişti onun tatlı ısrarına. Perdeleri sonuna kadar açtı. Şifonyerin üzerindeki tozlar iyice görünür oldu. Duvardaki raflar kitap doluydu. Yarısına kadar okunmuş olmanın küskünlüğü içinde ayakta zor duruyorlardı. Etrafına bakındı. Oda çığırından çıkmak üzere dedi kendi kendine. Televizyonda gördüğü istifçi denen adamların evlerine dönecek yakında. Torbalar içinde değişik yaşlarda çocukların giyilmiş ve artık kendilerine küçük gelen giysileri vardı. Şunlar yeğeninin altı yaş kıyafetleri. Pantolon paçası ve fermuar tamiri yaptırdığı mahalle terzisine verilecek. Kızı bu sene altı oluyor. Bu mavi poşettekiler ise kuzeninin oğlunun dört yaşında giydiği şortlar, tişörtler. Onlar Migros’un köşesinde mendil satan yaşlı kadının torununa gidecek. Komşunun torunu bir anda boy atınca herşeyi düdük gibi kalmış. Kadının deyimiyle hepsi taş gibi, hepsi markalı. Onların bir kısmını kendi yeğenine ayıracak. Bu sene olmasa da seneye yaza kesin olur bu pırıltılı tayttlar, tunikler. Kalanını kuaför arkadaşına götürecek. Onun da çevresinde neredeyse her boydan çocuk var.
Ayağa kalkıp hızlıca giyindi. Son senelerde kombin yapma derdi kalmamıştı hayatında. Moda insanın kendine yakışan değil götünün ve göbeğinin sığdığı birkaç parça kıyafetten ibaretti. Aynı eşofman altı ve tişörtü yıkayıp yıkayıp giyiyordu işte. Sadece meteoroloji ufak dokunuşlar yapıyordu bu zamansız tarzına. Bazen bir yağmurluk, bazen bir kot gömlek ile tamamlıyordu çabasız şıklığını. Yüzünü yıkadı. Saçlarını topladı, sımsıkı bir at kuyruğu yaptı tepesine. Gün ışığı gibi parmak uçlarında, en ufak bir çıt çıkarmadan hareket ediyordu. Evdekileri uyandırmaktan çekiniyordu. Gelirken ekmek al, gazete al, çift sarılı yumurta al gibi talimatlara yakalanmamak içindi tüm bu sessizlik gayreti. Ayakkabılarının arkasına basarak adeta bir hırsız gibi süzüldü dışarı. Merdivenleri inerken aynı soru düştü aklına. “İnsan kendisini bir başkasına anlatırsa arınabilir mi?” O kadar açtı ki, cümle kafasında değil de midesinde yankılandı. Boş çöp kutusuna atılan ilk kola kutusu gibi ortalığı ayağa kaldırdı. Tangır tungur, gırıl gurul. Bir iki lokma bir şey yemeden kafayı toplayamayacağı belliydi.
Her türlü acil durumda olduğu gibi, çare unlu mamüldü. Börekçinin kaldırım üzerine sıraladığı ufak kare masalardan birine geçti. Peynirli su böreği, çay ve gözünü gözüne dikmiş çapkın güneş… Karbonhidrat mutluluğu yavaş yavaş yayılmaya başladı vücüduna. Hesabı ödeyip kalktıktan sonra evlendirme dairesinin arkasındaki parka kadar yürüdü.
Parka yazı yazmaya gelmişti. Sadece kendisi için kendi istediği bir şeyi yapacak olmaktan dolayı çok mutluydu. Evden sırf bu amaçla çıkmış olmak ona göre kendisiyle gurur duyma vesilesiydi. Markete, yufkacıya, turşucuya, fatura yatırmaya veya evin herhangi bir eksiğini gidermeye gitmiyordu. Kuş sesi dinlemek ve yazı yazmak için çıkmıştı evden.
Park küçük ve bakımsızdı. Kafasını nereye çevirse köpek kakalarına ve çöp bidonuna sığmayıp altında küçük bir yığın oluşturan bira kutularına, boş cips paketlerine denk geliyordu.
Defterini açtı. Sayfanın tepesinde Kürşat Başar’ın bir hikayesinin ilk cümlesi yazıyordu. Yazı kursundaki hoca, bu cümleyle başlayan bir öykü yazmalarını istemişti. Sağ olsun Kürşat “İnsan kendisini bir başkasına anlatırsa arınabilir mi?” diye soruyordu. Uzun uzun boş sayfaya ve tepesindeki cümleye baktı. Soru işaretinin noktasını büyüttü. Köşeye bir çiçek çizdi. Gözünün önüne filmlerde ve merak edip girdiği kiliselerde gördüğü günah çıkartma kabinleri geliyordu. Bilmediği bir dinin bilmediği bir uygulamasından dem vurmak istemedi. Bunu yazamazdı. Arınmak deyince aklına düşen bir başka kare de Hindistan’da yoga kampında lavman yaptırırken bağırsağı delinen bir kadının haberiydi. “İçimizdeki her şeyi de dışarı çıkmaya bu kadar zorlamasak mı acaba” dedi. Yogalar, çakralar, kristaller, elementler… Yok, oradan da ilerleyemezdi. Unut bunları dedi kendi kendine. Basit düşün. Kendinden yola çık. Sen, sana kendini kirli, kötü veya suçlu hissettiren bir manevi ağırlıktan konuşarak kurtulabilir misin? Bir başkasının kucağına kusarak rahatlayacaksan eğer o kişinin tanıdık mı olmasını istersin? Tamamen yabancı mı? Bu soruları salgından önce sorsalardı başka türlü cevaplardı belki. Ama neredeyse dört yıldır yaşlı annesi ve babası dışında o kadar az kişiyle görüşüyordu ki, zamanının çoğunda kendiyle baş başaydı. Gerekli gereksiz bir sürü konu üzerine farkında olarak veya olmayarak o kadar çok düşünmüştü ki, kafa çorba olmuştu. “Ben kimim, ne istiyorum, neyi seviyorum, kime hayır diyemiyorum. Neleri gizliyorum, kimleri ayıplıyorum?” Kilisedeki o klostrofobik ahşap bölmeye girse kimlere olan nefreti, kıskançlığı dökülürdü acaba dilinden? Belki de en çok kendisine … Bunlarla doluydu kafası. Sahip olduğu için, için için kendine kızdığı tüm o kötü duygular ve düşünceler, ağzından çıkıp, bir başkasının kulağına girerse bu onu rahatlatır mıydı? Arınmış mı olurdu? Arınmak dediğin hamamda göbek taşında yatıp sırtını kör bir natıra keseletmek gibi olmalıydı.
Kürşat yakışıklı adamdı, hoş adamdı. Arınma ihtiyacı duyduğu irili ufaklı kabahatleri olmuştu besbelli. Belki yazarak rahatlıyordu. Belki başkasının başından geçmiş gibi anlatıyordu. Başkasının ağzından kusuyordu. O ise bir kelime bile konduramamıştı hala defterine. Güneş sırtını iyice ısıtmış, tipsiz bir sokak köpeği koskoca parkta hiç yer yokmuş gibi gelip ayaklarının dibine kıvrılmıştı. Evdekiler uyanmış, merak etmiştir diye geçirdi içinden. Annesine mesaj attı. “Çayın altını yakın, size börek getireceğim.”
edebiyathaber.net (20 Haziran 2023)