Zalimlik korkunun kardeşidir. İyi beslenen insanlarda gelişir.
Füruzan
Takılır giderdi bir zahirecinin peşine. Ya da yolda durdurduğu bir hususiye atlar, kaybolurdu ortadan. Her defasında döner, kimi de yüklü olurdu döndüğünde. İki kinin yutar, hazneye arsenikli süpürge çöpü sokar hallederim, derdi. Bir gece bağırır, atarım iblisin dölünü! Olmadı geberirim, diye indirirdi ortalığı. Çocuktum, anlamazdım yüklü nedir, hazne neye denir? Çıkamazdım işin içinden? Öyleyken bile, ölmekle ölmemek arası o muhtaçlıkta bile kimselere baş indirmeyen bir hali vardı.
Çıkagelirdi her defasında, demiştim ya, içeri almazsan soyunurum kapının önünde, diye tekmelerdi kapıyı. Zayıf, sopa gibi uzun bir kadın. Annem, taş atar, ayağıyla toprakları savururdu havaya. Ulur gibi ağlar, böğrünü yumruklardı annem. Şakağındaki damar çatladı çatlayacak, gözleri kıpkırmızı kesilirdi. Gittikçe sapıtıyor bu, derdi. Pis cenabet. Defol, diye bağırırdı sesini uzata uzata. Ben ürkerdim. Anneme bir şey olacak diye, ürkerdim. Komşular camlara çıkar, Arsenik orospusu dönmüş, diye birbirine seslenirdi. Bacaklarını hep aynı adama açan hevesi kesikler, diye bas bas bağırırdı orta yerde o da elleriyle orasını kavrardı. Camlar küt diye kapanır, perdeler hışımla çekilirdi.
Arsenik Melahat anneannemdi.
Babam hiç olmamıştı benim. Aklım azıcık erdiğinde söylemişti annem, yekten! Öldür Allah başka da laf alamadım ağzından. Ne çocukken ne de bugün.
Anneannemle dedemin nüfusundayım ben. Dedem, ben bebekken ölmüş. Delikanlı dayımla beraber yanmış dedem. Almanya’da hani, faşistlerin evini kundakladıkları Türk aile bizimkilermiş. Sonra da işte… Delirmiş anneannem! Nam-ı diğer Arsenik Melahat. Annem takmış bu adı ona.
Eve her geri dönüşünde daha da dibi görmüş olurdu sanki anneannem. Daha kara olurdu bilincinin en abis noktasından bakışlarına taşıdığı o şey! Annem hiç durmadan temizlik yapardı o geldiğinde… Koltuk yüzleri, halılar silinmekten yorgun düşer, kilimler hav döker, kelleşirdi. Çamaşır suyu imalathanesi gibi kokardı ev. Damacana örtüsünden, köşe yastıklarına, sinekliklere, kuşun kafesine kadar ah çekip inim inim inlermiş gibi gelirdi bana eşyalar; dövülüp patpatlanmaktan.
Oturma şunun örtüsünün olduğu yere, diye yüzünü çarpıta çarpıta bağırırdı bana annem. Az palazlanmıştım. Kedi mi bu ya, ne örtüsü. Annen o senin, dediğim o gün, yüzükoyun kapaklanmıştı, paralarım şimdi seni, diye koşarken üstüme. Suratı davul gibi dolaşmıştı günlerce. Memeleri mosmor kesmişti. Üstünden çok geçmemiş, yüzünün şişi bile inmemişti, kapattı beni. Kara gözlüklerin arkasına sakladı bakışlarımı. Minicik ellerimde kara eldivenler… Orospunun evladı, diye haykırmıştı Arsenik Melahat gördüğünde. Karga karı, benim diyetimi senin örtündüğün yetmedi mi? Aç bu çocuğu!
Ben de zamanla kendime bile görünmez oldum. İçimde dayanılmaz bir boşluk duygusu… Kırmızı rujlu dudaklar, dolgu topuklu ayakkabılar, boyundan askılı bluzlar, hızmalı burun kanatları ve sonsuzluk ve kelebek dövmeleri ve melek… Elleri kenetlenmiş kızlarla oğlanlar… Etrafımdan akıp geçiyordu hayat. Kara bir bulutu andıran gölgem çocuk neşemin üstüne düşüyordu.
Her döndüğünde, küveti kaynar suyla doldurur içine anneannemi basardı annem, altı aydır yıkanmayan asker kaputu gibi çitilerdi koca kadını. Kokusundan öğürürdü arada. Topuklarının ölü derisini tıraş bıçağıyla kazırdı. Ben, banyonun uzak bir köşesinden midem kalkarak izlerdim olanı biteni. Para para morlukla dolu olurdu vücudu. Diş izleri, sigara yanıkları…
Kemikleri sayılırdı.
Kimse çalmazdı kapımızı o geldiğinde. Kimse çalmazdı ki zaten o kapıyı. Çarşafsız mahallenin çarşaflılarıydık biz. Yalancıktan yakınlık gösterse de komşular arada, kaçamak bakışlarıyla karşılaştığımız apartman girişinde ya da markette; nasılsınız kızım, küçük de büyüyor, falan… Ne dualara çağrılırdık ne de düğünlere. Evimiz kendimizin diye ve aynı apartmandaki diğer dört daire, daha öteye taşıyamazlardı itirazlarını. Almanya’nın ödediği tazminatla alınmıştı o ev. Diyetiydi anlayacağınız delikanlı dayımla dedemin. Benimse ağır ağır kabarıyordu ergenliğim. Kirtilin içinde debelenen ıstakozlar gibi debelenip duruyordum kurtulmak için kara çarşaftan, annemden, kasabadan…
Bir hınç büyütürdüm içinde. Koyu bir öfke! Büyütürdüm diyorum ya, lafın gelişi… Yeni dar bir öfkeydi bu aslında. Hırsından, kendi ekseni etrafında tur dönen bir köpek gibi dönüyordum ben de kendi etrafımda.
Yaşım on dokuzdu artık. Anneanne, benim babam kim, deyiverdim bir gün. Ayaklarını altına alıp bir sigara yaktı. Sonra, elindeki bira kutusunu soktu burnumun dibine. Şurayı oku, dediği yeri parmağıyla imledi. Alman Saflık Yasası yazıyor, dedim. Yüzünü camdan yana döndü. Hareketsiz kaldı bir müddet. Bir sessizlik büyüdü aramızda. Büyüdü, büyüdü… İnsan olup olmadıkları seçilemeyen kara bir yığın kalmıştı geriye delikanlı dayınla dedenden, dedi birden. Koyun koyuna kavrulmuşlardı.
Anlatmaya başladı.
Annen, Türkiye’de akrabaları geziyor. Aylardan mayıs. Dayın yine geç kalmış, merak ediyorum. Karışma artık bu oğlana, diyor deden. Delikanlı oldu. Gezip tozacak elbet. Bin türlü hali var dünyanın, demiyorum bu kez. Yorulmuşum ben de içimde taşıdığım endişeden, o boyun eğmişlikten, gurbette çocuk büyütmenin bindirdiği yükten… Yok Türkçesiydi yok örfü adetiydi. Gidip baksan mı şu oğlana, demiyorum. Yatıyoruz.
Elini hiç çekmeden basıyor kapının ziline. Dayındır? Anahtarı da vardı ama… Deden kalkıyor. Ben uykuya devam ediyorum kaldığım yerden.
Ağzımın üstüne kapanan bir el. Nefessiz kalıyorum. Yüzümün üstünde bir yüz var; ağır bir ağız kokusu: alkol ve sarımsak! Kusma hissi. Birinin daha olduğunu anlıyorum odada. O biri dizlerini bacaklarımın arasına sokuyor… Oğlunla kocanı öldürürüz, direnme, diyor, Almanca. Ne direnmesi! Taşa dönmüşüm panikten. Bir anda giriyor içime bacaklarımın arasındaki. Acıdan kendimi kaybettiğim bir de yumruk iniyor alnımın ortasına. Ne kadar baygın kaldım, bilmiyorum.
Sası, ıslak bir koku. Sperm kokuyor karanlık! Varla yok arası duyumsuyor kendini.
Hayalle gerçek arası vuruyor adamın aksi dolabın aynasına; kocaman beyaz kıçı parlıyor aynada… Soluğu yetmiyormuş gibi oluyor adamın, insan sesine benzemeyen bir inilti karışıyor karanlığa. Yapış yapış döküldüğünü adamın bacaklarının arasına… Anımsıyor.
Anlatmıyor o kısmı.
Dayım ne ara gelmişti ki peki eve, diye soruyor Yasemin dehşete kapılmış bir halde. Cevap vermiyor Arsenik. Annem olayın üstüne Türkiye’den dönmüş. Orada mı hamile kalmış peki bana? Kenarları dantel dönülmüş kolalı patiskadan kolçak örtüsünü bumburuş hapsetmiş avucunun içinde, soruyor Yasemin… Seni ve annemi hani bir sığınma evine mi ne almış Almanlar. Ben üç yaşına gelene kadar oradaymışız. Sonra dönmüşsünüz Türkiye’ye. Niye bu boktan kasabaya yerleştiniz? Niye İzmir’e değil? Hiç akrabamız yok mu bizim? Niye kimse aramıyor bizi? Mecalsiz inip kalkıyor göğsü Arsenik’ in. Ellerini yumruk yapmış…
Başını kadının göğsüne yaslamış, bitkin kapatıyor gözlerini Yasemin. O kızışık öfke yerini yüreğini sıkıştıran gerçeğe bırakmış. Düşer gibi duyumsuyor kendini. Yer kayıyormuş gibi oluyor ayağının altından. Son birkaç saati geri almayı, o soruyu hiç sormamış olmayı diliyor. Arsenik’in annesi olduğu gerçeğini hiç öğrenmemiş olmayı…
Şiddeti, betona çarptıkça daha da artan sıcak rüzgâra veriyor yüzünü. Gözünü daldırdığı uçsuz bucaksız gökyüzü bir başka zamana aitmiş gibi hissettiriyor kendini Yasemin’e. Bir daha hiç ayak basmayacağını sandığı eşikten dışarı atıyor adımını.
Yasemin kapıyı çarpıp çıktıktan sonra bitkin kapatıyor gözlerini Arsenik. Karanlıkta öyle bomboş kıvrılmış otururken buluyor onu kızı. Gün ortalıktan yavaşça çekilir, taze bir rüzgâr mayısa ait kokuları taşırken açık camlardan içeri… Yasemin nerede, diye soruyor genç kadın. Nihayet, dizlerinin arasına gömdüğü başını kaldırıyor Arsenik. İnen akşamla birlikte kaşlarının arasındaki kırışıklıklar daha da derinleşmiş gibi. Delici bir ağrı saplanıyor karnına genç kadının, tabanlarından başlayarak yayılan bir karıncalanma, buz gibi bir ter iniyor üstüne. Yasemin nerede, diye soruyor tekrar. Anne, Yasemin nerede?
Uzun bir zaman sonra ilk kez “anne”.
Asfaltlanmamış sokakları ve kıraç doğasıyla sürgit hep aynı kalacak gibidir kasaba. Lodos fırtınasının giderek azıttığı… Tozlu balkonlar, yürüdükçe tozan yollar, yaprakları toza bulanmış bir sıra dut ağacı… Pas kırmızısı ulu kayalara yaslanmış köhnemiş bu kasabayı geride bırakmamak için haklı çıkarıcı mazeretler yaratmaya başladı bile usunda Yasemin. Arsenik’in, saçlarını okşayan, mavi damarları fırlamış ellerini getiriyor aklına. Sonra da annesinin, sırf o çok seviyor diye yaptığı vişneli yaprak sarmasını. Peçesinin lastiğini geçiriyor düğmesine. Kapatıyor ağzını burnunu. Kalkan tozu solumuyor böylece. Gerçeği bilmenin garip, emanet bir his olduğunu düşünüyor! Yıllardır içinde taşıdığı o koca yumru yok olmuş. Giderek sakinliyor. Rüzgâr da öyle. Aramalara cevap veriyor nihayet. Annesinin sesindeki derin endişeyi duyuyor. Çaresizliğini görür gibi oluyor. Geliyorum anne, diyor. Ağlama. Arsenik’e de söyle birazdan evdeyim.
Arsenik az önce gitti, diyor annesi.
*Yazarın, 2024 yılında düzenlenen Şükrü Bilgiç Öykü Yarışması’nda birincilik alan yedi öykülük dosyasından bir öykü.
edebiyathaber.net (3 Aralık 2024)