‘Üç odalı evimizin bitişiğinde tahtadan, tenekeden ve sacdan yaptığım bir ahır vardı eskiden. Yılkı atımın barınacağı büyüklükteydi. Arabacılığa iş denmezdi aslında, ama yine de hepimizin karnını doyuracak kadar para kazanabiliyordum. Bizimkine karın doyurmak denirse tabii. İhtiyaçlarımızı kazandıran yılkı atı da düşünmek zorundaydım. O zavallı hayvanın arpasını tam vermediğim günler de olurdu. Anlayacağın bizim için ondan çalardım. Sağlıkmış, doktormuş, kara gün için bir kenara üç beş kuruş koymakmış, ne gezer. Bunları rüyamda bile görmüyordum. Senin anlayacağın bunlar lükstü ve aklıma getirmem de işe yaramazdı. Hoş aklıma getirsem neye yarardı ki… Bu gerekli giderleri düşünecek durumda değildim. Bu gibi durumlarda arabacılar olarak yardımlaşırdık. Ödünç aldığımız parayı zamanında geri ödeyene kadar da alnımızın damarı çatlardı. Şimdi, o günleri anımsadıkça bir tuhaf oluyorum kahroluyorum, üzülüyorum ve ancak bugüne şükrediyorum.
Sözü uzatmayım. Sonunda korktuğumuz başımıza geldi. Sen, her vakit böyle zayıftın, bitkindin, ama yürümeye başladıktan sonra daha çok hastalanmaya başladın. O günleri hatırlayamazsın, küçüktün. Ölümden döndün. Kötü günlerdi o günler. Öyle bir hastalandın ki nasıl anlatayım. Geceleri terliyordun. Ağlıyordun sürekli. Bir deri bir kemiktin. Okula gidecek yaştaydın, ama seni gören dört bilemedim beş yaşında biri sanırdı. Öksürük öldürecekti seni. Ne sen uyuyordun ne de zavallı annen… Aslında benim de uykum bölünüyordu. Ama çaresizdim, sesini duymamışım gibi yapıyordum. Annen seni doktora götürmemiz gerektiğini söylüyordu her defasında, haklıydı da. Ne çare ki elimden bir şey gelmiyordu. Tutunacak bir dalım yoktu.
Bir sabah uyandım. İyileşeceğin yerde daha beter oluyordun. Öleceksin diye çok korktum. Annenin yerden göğe kadar haklı bakışlarıyla karşılaşmamaya özen gösterdim. Ahırdan atı çıkardım. Arabaya koştum. O sırada sen durmadan öksürüyordun. Her öksürüğün bir ok gibi içime işliyordu. İşime, yokluğa ve kendime lânet okudum. Kızdım. Annen beni uğurlamaya geldiğinde çakmak çakmak olan gözlerini gördüm. Yıkıldım. Yemiyordu, içmiyordu. Seni düşünüyordu. Bir şey söylemiyordu. İçinde bulunduğumuz durumu benim kadar biliyordu. Ama yine de içten içe şöyle dediğini hâlinden seziyordum:
‘Çocukla birlikte eridi adam. Ne işi iş, ne elde avuçta var. Ne yapacağız böyle? Çocuk göz göre göre ölecek! Elimiz kolumuz bağlı. Allah’ım nedir bu! İnsanlık mı?! Kaderi böyle mi yoksulların?! Hangi işe el atsa, el attığı iş koca bir dağ gibi üstüne yıkılıyor kocamın! Kısmeti yok. Ne kısmetsiz kullarınız senin. Bundan böyle iyi bir gün görmeyeceğiz anlaşılan! Gün günü aratıyor. Yüreği paramparça biliyorum. Acı çekiyor, ama içine atıyor belli. Çocukla beraber kocam da eriyor.’
Annen daha fazla tutamadı kendini, açtı ağzını. Döktü içindeki ateşi önüme. Annenin içindeki ateş kocamandı. Etrafımı kuşatan bu dağ ateşin içinde kaldım. Ateşe atılan İbrahim’dim sanki. Ama yanmıyordum. O muhterem kişi değildim, müthiş acı çekiyordum yine de. Acıyı, nasıl anlatayım sana…
‘Çocuğu doktora götürsek diyorum, yoksa ölecek yavrumuz!’
‘Çok haklısın! Yerden göğe kadar hem de. Gönül cennete girmek istiyor, ama günah bırakmıyor ki kadınım. Bu söz, benim için söylenmiş sanki. Elde yok, avuçta yok. Zaten günlük yaşıyoruz. Benden daha iyi biliyorsun hâlimizi. Bizim gibisi için yaşamak zor. Bir taraftan belediye zabıtaları öte taraftan trafik polisleri peşimizdeler, alıcı kuşlardan beterler bilir misin? Çilemize bin çile katarlar. Günbegün hayatımızı zorlaştırırlar. Çevremizi kuşatan dikenli tel çemberini daraltıyorlar. Nefes alamıyoruz artık. Birçok yere giremiyoruz. Yük bulamıyoruz. Eve ekmek alacak paranın işini güçlükle buluyoruz. Arabacılığı bıçak sırtında yapıyoruz. Eğer hünerli olmazsan, kendini güven altına almazsan bu bıçağın üstüne öyle bir düşersin ki sonunu ne sen sor, ne de ben söyleyeyim. Hayatla bağını sağlayan pamuk ipliği de kopar. Zaten ölelim istiyorlar. Yavaş yavaş insanlıktan çıkalım, susuz, topraksız ve güneşsiz kalmış serviler gibi ayakta ölelim diye beklerler, anladın mı acaba?!’
‘Kurbanın olayım kimselere karışma! İşine bak olur mu?!’
‘Artık dokunmadığın yılanlar bile yolunu kesiyor. Sen başkalarına karışmazsan kaç yazar… Öyle bir devir ki ne sen sor, ne ben anlatayım güzel kadınım. Onların yasakları selden beter… Yasaklar öyle hızlı akıyor ki… Balık değiliz ki yasakların akışına kapılmayalım. Sonra yasakların bizi sürüklememesi için tutunacağımız kayalar da yok. Kısacası tırnağın varsa başını kaşıyacaksın.’
‘Akıllı ol bey…’
‘Doktora götürelim çocuğu diyorsun ya! İş çarşının göbeğinde… Çarşı da trafik polislerinin elinde… Belediyeciler de hepten arabacılara karşılar zaten! İşimi bana öğretme! Oğluma gıda lazım, gıda! Hepimize lazım aslında ama… Yalnızca karın doyuruyoruz o kadar. Beslenmek kim, biz kim! Beslenmemekten kaynaklanıyor bu hastalıkların çoğu. Gıdasızlık küçücük bedenleri zayıf düşürüyor. Askersiz bir ülke gibi oluyor bedenleri böyle çocukların. Mikrop giriyor ve hastalık yapıyor. Bütün çocuklarımız gıdasız kadınım. Bugün oğlumuz için işe çıkacağım! Meraklanma sen olanca gücümle, hünerimle ve inadımla her zamankinden de uyanık olacağım! Çok iş yapacağım! Akşama eve araba dolusu yiyecekle döneceğim, söz olsun!’
‘Bir tavuk, üç beş muz, karpuz, kavun, iki kilo süt ve bir kilo et ve yoğurtla geleceğim! Sonra öksürük için de şurup alacağım eczaneden! Bunları kazanacağım, rahat ol! Hem öyle kolay mı bu zamanda doktor, ilâç parası denkleştirmek… Ekmek aslanın midesinde şimdi… Ama bu gün oğlum için çalışacağım ve o, birkaç gün içinde toparlanıp sokağa çıkacak eskiden olduğu gibi; göreceksin. Daha fazla oyalanmak istemiyorum, haydi bana müsaade. Sen de eve gir! Onu yalnız bırakma! Öksürüyor yine duymuyor musun?’
‘Alacağın şeyler de doktor, ilâç parası kadar tutmayacak mı peki?!’
‘O kadar değil, o kadar değil!’
‘Dikkatli ol!’
‘Dikkatli olacağım. Arabacı düşmanlarının barikatlarını geçeceğim. Beni lafa tutma artık.’
Annen içeri girdi ben de arabaya bindim.
Yol boyunca anneni ümitlendirmek için söylediklerimi düşündüm. Annen gibi ben de kendime inanmamıştım aslına bakarsan. Yalanımı gerçekleştirmekten başka çarem yoktu. Senin ve benim için. Tükürdüğümü yalamak olmazdı artık. Ne olursa olsun çarşıya inecektim.
Gergindim, düşünceliydim. Kendi kendime:
‘Ne yapacaksın şimdi arabacı? Büyük lokma yut büyük konuşma sözünden haberin yok mu? Boyundan büyük söz vermeni kim istedi senden? Söz ağzından çıktı bir kere, ne yapıp edip sözünde duracaksın, Peki alıcı kuşlar gibi arabacıların peşinden ayılmayanlardan nasıl kurtulacaksın? Onları atlatabilecek misin? Altından kalkamayacağın yükü nasıl taşıyacaksın şimdi? Karını kandırdın mı sanıyorsun? Sabahki çalımın neydi öyle? Hünerin nedir senin? Bir arabacısın. Ayağını yorganına göre uzatmalısın. Dilini tutmalısın. Zaten insan ne çekerse dilinden çekermiş. Bülbülün çektiği dili belası dememişler mi? Köşe bucak kaçmıyor musun arabacı düşmanlarından? Yalan mı? Trafik polisleri çarşıyı, ana caddeleri yasaklamış. Arka sokaklarda ekmek parası kazanmanızı söyler. Şehrin görüntüsünü bozuyormuşuz. Başka iş bulmalıymışız. Trafiği altüst ediyormuşuz, daha neler neler… Unuttun mu bunları, zavallı arabacı?’
‘Belediye görevlileri daha zalim… Yol kesiyorlar. Arabaları alıyorlar, atları haralara gönderiyorlar. Hani bütün arabacılar birleşmiştiniz de belediye başkanına gitmiştiniz. Arabacıları serbest bırakmasını istemiştiniz. Hatırladın mı o günü? Başkan ne demişti peki?
‘Güzel şehrimin düzenini, görüntüsünü bozuyorsunuz. Yakışmıyorsunuz bu şehre!’ Caddeler, sokaklar, kaldırımlar ve hatta boş alanlar atlarınızın pisliğinden dolup taşıyor! Temizlikçilerin başka işi gücü yok atlarınızın pisliklerini toplayacaklar, peki şehrin öteki çöplerini, atıklarını kim toplayacak, ben mi?! Sonra bu pisliğin çevreye yaydığı koku sınırımızı aşıp yurtdışına kadar gidiyor, biliyor musunuz? Buranın gelişmekte olan bir turizm merkezi olduğunu unutuyorsunuz. Üstelik her mevsim insan sağlığı için de zararlı pisliğiniz. Bundan dolayı öyle şikâyet dilekçeleri var ki masamda, işte şu önümdekiler bir kısmı, başka iş yapamaz hâle geldim!’ hatırladın mı acaba arabacı?’ dedim. Aşağısı sakal yukarısı bıyıktı.
Arabacıların toplandığı kahvenin önünde atı durdurdum. Yem torbasını boynuna taktım. Hem bir çay içmek hem de daha sağlıklı düşünmek istedim. Kahve tıklım tıklımdı. En dipteki masada arkadaşlarım oturuyorlardı. Bir sandalye çektim ve selâm verip oturdum. Garsona çay getirmesini imledim. Hâlen kendi kendimle konuşuyordum. Kendimi hararetli biçimde oyun oynayanlara veremiyordum.
‘Ara sokaklarda iş az olur. Kazanacağım parayla ancak ekmek ve arpa alabilirim. Ne yapacağım ben?! Sözümde durayım derken atı, arabayı kaybetmek de var sonunda! Öyle de sürünüyoruz, böyle de; mademki çocuk için niyetlenip çıktık işe ya herro ya merro…’
Öyle dalmışım ki… Yanımdakilerden biri ne düşündüğümü sormuş, ben de:
‘Bir tavuk, muz, süt, et ve şurup…’ demişim. Bana güldüklerinde olanları anladım ama…’
‘Aç tavuk kendini darı ambarında görürmüş…’
‘Bildiğin gibi değil be arkadaş…’
‘Rengin sarardı birdenbire komşu, neyin var senin, hasta mısın?!’
‘Bir şeyim yok benim. Oğlum hasta da… Annesi doktora götürelim dedi. Çocuk bir deri bir kemik… Durmadan terliyor. Ateşi de var, bir iniyor bir çıkıyor üstelik… Öksürüyor, ciğerleri ağzından çıkacak garibimin. Ben de çocuk için işe çıkacağım, çok para kazanmak istiyorum ama… Yiyecek alacağım, bir de şurup dedim, mesele bu işte…’
‘Geçmiş olsun komşum. Bence karın haklı. Çocuğu bir an önce doktora götürmelisin. Ne güne duruyoruz, birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için varız. İstersen hemen arkadaşlardan doktor parası denkleştiririm. Dost dediğin kötü günde lazım değil mi. Bak çok geç kalma derim. Allah göstermesin bronşit ya da zatürree olur da…’
En yaşlı arabacı da: ‘Hiç olmasa sağlık ocağına götürün çocuğu, ateşten giderse yazık olur canım,’ dedi.
‘Sağlık ocağındakiler ne anlarlar be babalık?’
‘Öyle deme oğlum, devlet boşuna mı açmış buraları?’
‘Boşuna değil elbet, ama elin oğlu canın yanmış bilir mi? Geçenlerde karım götürmüş bizim oğlanı, götürmüş de…’
‘Eeee?!’
‘Dilinin ucuyla ‘bu çocuk bronşit!’ demiş, ‘şimdilik iğne yazmıyorum, çünkü gerekmiyor, başlangıç bu; ama söylediğim gibi ateşini düşürün, ateşi çıkarsa tekrar ateş düşürücü iğne yaptırın. Hap da içirebilirsiniz. Öksürüğünü kesecek bir şurup yazıyorum. Alabilecekseniz ateş düşürücü iğne, şurup ya da hap, vitamin hapı, iştah açıcı şurup, koruyucu haplar da yazayım. Çocuğu güneşe çıkarın. Temiz havaya, süte, yoğurda, yumurtaya, meyveye ve sebzeli, etli yemeklere ihtiyacı var. Geçmiş olsun. Bir ay sonra tekrar gelin. Reçeteyi de getirin, oldu mu?!’
‘Sonra?!’
‘Eczane eczane dolaştım, sözleşmişler gibi reçeteye yazılı olanların pahalı olduğunu söylediler, paramın olup olmadığını sordular.’
‘Hepsini almasaydın da…’
‘Yalnızca öksürük şurubunu alabildim zaten!’
‘Bir işe yaradı mı bari?!’
‘Ne gezer ya!’
‘Niçin kesmemiş öksürüğü?!’
‘Hastalığı tek başına iyileştiremezmiş!’
‘Hayret! Nasıl olur ya?!’
‘Bilmem ki! Anlamam arkadaş, bu hükümette de iş yok. Zamdan başka bir bildiği yok! Neye el atsan elin yanıyor! Geçinmek zorlaşıyor. Her gelen hükümet öncekini aratıyor.’
Yaşlı arabacı atıldı: ‘Hükümet işe yaramaz olur mu be. Bu ülkenin gelir ağacını keser gibi varlıklıdan yana yontuyor. Hükümet işe yaramaz mı? Bize kan kusturanlar, iki ayağımızı dar pabuca koyanlar, doğruluk taslamayın ha, ben böyle diyorum; kim için çalışıyorlar dersiniz? Bizim için iyilik düşünmüyorlar. Ekmek teknelerimize göz koyanların yeni ekmek tekneleri vereceklerini mi düşünüyorsunuz, şaşarım aklınıza. İnsan gibi yaşamak, arabacılıkla mümkün mü?! Biz biliriz ne hâlde olduğumuzu. Adam gibi, atlarınızı verin, arabalarınızı odun yapın karşılığında size daha insanca bir iş verelim deseler, başım gözüm üstüne. Hani nerde o adamlar, nerde o devlet! Ha arabalarımızı kırmışlar, atlarımızı haralara götürmüşler ha bizi öldürmüşler, hiçbir şey fark etmiyor , hepsi de aynı değil mi?!’
Masaya çay servisi yapan kambur garson: ‘Güzel konuştun dede! Arabaları parçalıyorlar. Atları da yarı parasına satın alıyorlar. Bu adamların parası var mı, evi var mı, ne iş yapıp çoluk çocuğunu geçindirecek diye düşünen biri çıkmıyor maalesef!’
Tek başına oturan topal arabacı da: ‘Anlatanın yalancısıyım arkadaşlar. Geçenlerde olmuş bu. Zabıtalar bir arabacının atını arabayla birlikte ırmağa yuvarlamış. Eğer bu doğruysa, ateş olmayan yerden duman olmaz, çünkü dedim kendi kendime, arabacılık bahane doğrudan doğruya bizi istemiyorlar,’ dedi.
Garson: ‘Bunu ben de duydum. Arabacı başkana gitmiş. Zabıtaların yaptığını anlatmış. Başkan da: ‘Beceriksizliğinin faturasını bize çıkarmaya utanmıyor musun, yıkıl karşımdan!’ demiş. Ama arabacının komşuları hemen ona sahip çıkmışlar. Arabacıya bir çırçır fabrikasında bekçilik işi bulmuşlar.’
Bir başka arabacı: ‘Hepimiz onun gibi şanslı olamayacağımıza göre…’
Daha fazla dayanamadım: ‘Bize, ‘arabalarınız şehir sakinlerini rahatsız ediyor,’ dendi. Tekerlerin çelik kemerlerini çıkardık. Tekerlere lastik taktırdık. Ardından, ‘atların pislikleri caddeleri, sokakları, kaldırımları ve boş alanları kirletiyor. Bu yüzden kokudan, sinekten ve at dışkısından geçilmiyor. Çöpçüler at dışkısı toplamaktan öteki çöpleri, atıkları toplamaya zaman bulamıyorlar ve şehrimiz kötü ün kazanıyor.’ dediler. Atların dışkısı için, atların gerisine gelecek ve koşarlarken ayaklarına takılmayacak bez torba taktık araba oklarına. Biz taviz verdikçe üstümüze geldiler. Tepkimizi göstermedik. Kararlı olmadık. Hep boyun eğdik. Hâlen de geri adım atıyoruz yalan mı?!’
‘Şehrin görüntüsünü bozuyorsunuz, arka sokaklara çekilin. Yoksa arabacılığı hepten yasaklarız.’ diye korku yağdırdılar üstümüze. Kabuklarımıza çekildik. Kısacası biz atlarımızı onlar da bizi yönetiyorlar. Artık istesek de istemesek de onların görünmeyen yularlarını taşıyoruz. Çıkaracak gücümüz de cesaretimiz de yok!’
‘Ulan babamdan arabacı mı doğdum! Başka iş verseler dünden bırakırım arabacılığı. Çaresizlikten, işsizlikten arabacılığımız, bunu akıl edip de düşünen var mı, soruyorum size? Sigortalı, sendikalı, aylıklı bir işe hangimiz hayır deriz?! Arabacılığı keyfinden yapanınız var mı? Birliğimiz, dayanağımız mı var?! Parça parçayız arkadaşlar. Lokmalar gibiyiz. Alıcı kuşların önündeki anasız civcivlerden bir farkımız yok! Sesimiz çıkmıyor. Birlikten güç doğar sözünü biliyoruz, ama hiç uygulamıyoruz. Gözümüz açıldı biraz, neye yarar ki. Atı alan Üsküdar’ı geçti bile, atlarımız var, ama yaya kalmışız çoktan. Şimdi ne konuşsak faydasız… Hep kendimizi düşündük. Sessizliğimiz, tepkisizliğimiz sonumuzu hazırladı.’
‘İnsandan saymıyorlar ki bizi!’
‘Sıkıysa öldürsünler be, topal arkadaşım! Bir tavuk, biraz muz, bir kilo yoğurt, iki kilo süt ve şurup için gidiyorum ta çarşının göbeğine!’
Yaşlı arabacı ayağa kalktı ve yolumu kesti: ‘Öfkeyle kalkan zararlı oturur evlat otur hele! Çarşıya gitme! Göz açtırmıyorlar hiç! Bildiğin gibi değil orası… Artık esnaf da bizi gammazlıyor! Aramızda para toplayalım, ne zaman istersen öde, çocuğu hemen doktora götür, ama onlarla uğraşma! Atından, arabandan olursun sonra…’ dedi.
‘Çok kararlıyım babalık!’
‘Anayola yakındım. Ayağa kalktım. Dizginlere sıkıca sarıldım. Heyecanlanmıştım. Dört yolun birleştiği göbekten geçip marangozların caddesine girecektim. Dört yolu geçtikten sonra gerisi kolaydı. Akşama kadar istediğim fiyatla odun taşırdım. Ama her arabacı dört yolun göbeğini geçemiyordu. Çünkü dört yolun birleştiği koca meydanın ortasındaki göbekte mutlaka trafik polisi olurdu ve şehrin çarşısı bu dört yolun üstündeydi… Trafik polisleri ile zabıtalar arabacılara burada soluk aldırmıyorlardı. Göbekten U dönüşü yapmaya hazırdım. Atı kamçıladım. At, niyetimi anlamış gibi dörtnala koştu. Hızlı giden arabalardan birinin altında kalacakmışız ya da bir kamyonla çarpışacakmışız umurumda değildi. Yılkı atım yıldırım gibiydi. Göbeği geçmek üzereydi.’
Olan oldu… Taksilerin, kamyonların, minibüslerin fren sesleri, düdük seslerine karıştı. Bir anda kulakları sağır eden gürültü çoğaldı. Sağa sola bakmıyordum. Bir an önce marangozcular cadde sine ulaşmak istiyordum. Az kalmıştı… Trafik polisini yanımda görünce yıkıldım.
‘Durdur atı arabacı! Atı durdur diyorum sana, buraya girmek yasak, yasağı niçin çiğnedin? Sağır mısın be adam durdur şu atı!’
Bağırarak konuşuyordu, usulca küfrediyordu. Beni arabanın içine yıktı. Dizginlere sarıldı. Arabayı ara sokaklardan birine sokuncaya kadar atı kırbaçladı. Dizginlere asıldı atı durdurdu. Gözlerimi yummuştum. Onu ve seyircileri görmek istemiyordum. Bana iki üç tekme attı. Gözlerimi açmamı istedi. Utandım, biriken insanlardan, kendimden. Ona bakamadım. Gözlerini görmek boşunaydı. Dizginleri elime verdi. Arkamda durdu. Bir elini omzuma koydu.
‘Belediyeye sür!’ dedi.
‘Öl de öleyim, ama bunu yapma!’ dedim.
‘Konuşma ulan, konuşma da yola bak! Atı kaldırıma sürüyorsun şaşkın!’
‘Kulun kölen olayım, bırak beni, bu son olsun!’
‘Yasaklara uymazsın öyle mi! Düzene başkaldırırsın yarım aklınla. Açgözlü köpek!’ Memura karşı gelmek neymiş göstereceğim sana! Trafiğin akışını bozarsın, vatandaşın hayatını tehlikeye sokarsın öyle mi?!
‘Memur bey, oğlum için yaptım her şeyi! Öksürüyor, terliyor. Ateş içinde! Evladınız varsa bilirsiniz işte.’
‘Oğlunun da senin de… Kendini acındırma lan! Atı kırbaçla! İşim gücüm var!’
‘Yalanım varsa iki gözüm aksın. İstersen seni önce evime götüreyim, gözünle gör yavrumu, sonra ne istersen yaparım, boynum kıldan ince olur elinde!’
‘Sus lan, ne diyorsan onu yap tamam mı?!’
‘Allah var yukarıda beyim niye yalan söyleyeyim ki!’
‘Ağzını dağıtırım lan! İşinize gelince Allah var, gelmeyince yok öyle mi! Senin ananı, avradını…’
‘Ne söyledimse dinlemedi. Belediye binasını görünce aklım başımdan gitti. Boş bir çuvalmışım gibi ayakta duramıyordum. Uykusuzmuşum gibi bitkindim.’
‘O anı hayal meyal hatırlıyorum şimdi. İki görevli gelmişti yanıma. Görevlilerden biri beni çekiştirerek amirinin karşısına çıkarmıştı. Öteki görevli arabanın yanında kalmıştı. Memur da görev aşkıyla oradan ayrılmıştı.’
‘Arabacıları arabalarını kırdıran, atlarını yarı parasına satın alıp haralara gönderen iri yarı amirle karşılaştığımda yutkunamadım bile. Boğazım kurudu. Uzun ve geniş bir masanın gerisinde oturuyordu. Bakmıyordu bana. Görevliye bir evrak uzattı. O da bana verdi.
‘Şunun altını imzala bakalım arabacı!’
İmzaladım.
‘Atından ve arabandan isteğinle vazgeçtin. Başka bir iş buluncaya kadar da belediyemizin yapacağı yardımla geçinmeyi kabul ettin bu belgeyi imzalamakla, anladın mı?!’
‘Şimdi n’olacak?!’
‘Ölünün körü olacak! Arabanı bir görevlinin nezaretinde Üç Ağaç Çöplüğü’ne kadar götüreceksin, atını son kez süreceksin…’
Yanıma o görevli bindi. O ayakta durdu. Benim ayakta duracak gücüm yoktu. Bu yüzden arabanın sol ön tarafına oturdum. Ayaklarımı sol okun üstüne koydum. Yol boyunca kara kara düşündüm. Sözümü tutmak için çabam işe yaramamıştı. Karım, çocuklarım nasıl karşılayacaklardı. Bir iş bulabilecek miydim? Bundan sonra ne olacaktı? Omzuma binen yükün ağırlığı çoktu, bunu çekebilecek miydim?
Gün batarken Üç Ağaç Çöplüğü’ne girdim. Tam bir araba mezarlığıydı. Olacakları sezmiş gibi durdu atım. Arabacıların anlattıklarıyla yüz yüze geldim. Araba kırıcılarını ve araba mezarlığını anlatacak cümle kuramıyorum, inan. Duyduklarımın anlatıldığı gibi olmadığını, daha da yaman olduğunu anladım. Üç Ağaç Çöplüğü’nün irili ufaklı tepeleri üstünden arabama bakan araba kırıcılarından korktum ve aynı zamanda baltalarla, balyozlarla arabaları un ufak eden bu zalimlere acıdım. Niye diye sorarsan hiç cevap veremem.
Onlara yalvaran, onları engellemeye çalışan her yaştan birçok arabacı ve onları çöpün içine iten zabıtaları ve polisleri gördüm. İçime, çaresizliğime ağladım. Araba kırıcılarının arabama indirdiği her darbe bedenime indi. Kısa sürede paramparça oldum. Sesler kesildi. Acım arttı. Küçük küçük lokmalar hâline getirilen arabama son kez baktım. O an atımı hatırladım. Bağırdım, çağırdım. Deli gibi aradım onu. Biri, öteki atlarla kamyona yüklendiğini söyledi. Kolum kanadım daha da kırıldı.
‘Babalık arabaya bin, yoksa sabaha karşı ancak varırsın evine!’ dedi bir zabıta.
‘Beni kendi hâlime bırakın,’ dedim ona.
‘Ne hâlin varsa gör öyleyse bu kör karanlıkta!’ dedi sertçe.
Beni oracıkta bıraktılar.
‘Yalnızdım. Sırtüstü uzandım bir çöp yığınına. Çöpün kokusuna, uzandığım yığının ıslaklığına aldırmadım. Öylece kaldım bir süre.’
‘Tuhaf bir düş gördüm. Sana almayı düşündüğüm tavuk canlandı kaçtı tezgâhtan. Muzlar ulaşamayacağım yüksek ağaçlara kanatlandı. Yoğurt bir bataklık oldu içine çekti beni. Süt kefenleşti. Karpuz, kavun uzak diyarlara, mancınık mermisi gibi fırladı. Evimiz kocaman bir mezarlıktı önümde. Uzandığım yerden kalktım. Düş bitti böylece.’
‘Yola koyuldum. Hava serindi.
İçim yaşama sevinciyle doldu birdenbire, bunca olana rağmen. Avazım çıktığı kadar bağırdım karanlığa.
‘Beni alt edemeyeceksiniz, her şey bitmiş değil daha!’ dedim…
edebiyathaber.net (5 Eylül 2024)