O yıl kış bitmeden, köyün içinden ovaya doğru akıp giden derenin kenarına baharın müjdecisi bir çift leylek gelip konmuştu. Etrafın hala karla kaplı olduğu sert kış gününde leylekleri gören köylüler şaşırmış, bu havada nasıl yiyecek bulacaklarını konuşuyorlardı. Leyleklerin erken gelişi pek hayra yorulmamıştı. Üzerinden çok geçmemişti ki derenin kenarında küçük bir toprak parçası göründü önce. Karlar eridikçe de parça büyümeye devam etti. Açılan toprak parçasına ilk ayak basanlar genelde bizler olurduk. Toprak canlandı, otlar yeşillendi, çiçekler fışkırdı. Baharın gelişine en çok sevinen de bizlerdik. Hareket alanımız genişlemişti.
Havalar yavaş yavaş ısınıp karlar dağların eteklerine çekildiği günlerde bizler de karları takip ederek yönümüzü dağlara çevirmiştik. Dağlar bizim güvendiğimiz ve huzur bulduğumuz yerlerdi. Gruplar halinde, aramızdan seçtiğimiz grup liderlerimizin öncülüğünde dağın zirvesine kadar çıkar, sonrasında daha küçük gruplar halinde dolaşırdık. Bizim grubun toplamı 13’dü. Gece beslenir, gündüz dinlenirdik. Ne olur ne olmaz diye tedbiri elden bırakmaz, ikişerli olarak nöbet tutardık.
Bizim grupta bulunan ve benimle yaşıt olan Nazlı’yla iyi anlaştığımız için hep birlikte nöbet tutuyorduk. Zamanla birbirimize o kadar bağlandık ki yediğimiz, içtiğimiz ayrı gitmez oldu. Birbirimiz için vazgeçilmez olmuştuk. Onunla her göz göze geldiğimde vücudum titrer, kalbim duracak gibi olurdu. İkimiz de grupta bulunan hiçbir erkeğe yüz vermezdik. Nöbet sırası bize geldiğinde dağın zirvesine, güneşin kavurucu sıcağına inatla direnen kar birikintisinin üstüne çıkar, hem serinlemeye çalışır hem de çevrede olup bitenleri seyrederdik. Başımıza musallat olan kara sineklerden korunmak için Nazlı başını benim sağrımın üstüne koyar, ben de başımı onun sağrısının üstüne koyardım. Kuyruklarımızla yüzümüze konmaya çalışan sineklerden korunurduk. En yakınlaştığımız zamanlarda ise yanak yanağa durur, birbirine karışan nefeslerimizi içimize çekerdik.
Bu kadar başımıza buyruk takılıyor olmamızdan dolayı sık sık grup üyelerinin uyarılarına maruz kalır, grup liderimizden de bolca azar işitirdik. İkimizin de tek kaygısı sonbahar geldiğinde birbirimizden ayrılacak olmamızdı. Her ne olursa olsun birbirimizi unutmayacağımıza dair sürekli sözler verip duruyorduk.
Havalar yavaş yavaş soğurken sonbahar yüzünü göstermeye başlamıştı. Nazlı’yla gün boyu yapışık ikizler gibiydik artık. Geceleri de soğuktan korunmak için birbirimize daha çok sokulur olmuştuk. Ne de olsa son günlerimizdi. Yılın ilk karı yüksek dağların zirvesinde görünmeye başladığında köye yakın bir yere doğru inmeye başladık. Köyün birkaç kilometre yukarısında durup sahiplerimizin yolunu gözlemeye başladık. Son gece ara ara kar yağdı. Nazlı’yla yine birbirimize sokularak uyumaya çalıştık.
O gün sabaha doğru bir gürültü patırtı duyduk, köydekilerin geldiğini düşündüğümüzden çok da önemsemedik. Gerçi kıyamet de kopsaydı Nazlı’yla o anı bozmaya değmezdi. Ben hayal dünyasına kapılıp gitmiş, gözümü açmak istemiyordum ki adamın biri yanıma yaklaşıp ağzıma kalın bir ip geçiriverdi. Çıplak bedenime inen sert bir cismin etkisiyle irkilerek gözümü açtım. Adam çenemin altından sıkıca bağladığı ipi bindiği atın eyerine dolamış çekiştiriyordu. Adamın peşinden ağır adımlarla, isteksizce yürüdüm.
Yabancı bir adam beni peşinden sürüklerken başka biri de Nazlı’yı sürüklüyordu. Adamların bizim asıl sahiplerimiz olmadığını anlamıştım. Kendi aralarında, “Acele edin! Çabuk, çabuk olun!” şeklinde birbirlerine komutlar verip duruyorlardı. Birkaç dere bayırı aştıktan sonra yüksek bir dağı tırmanmaya başladık. Dağın yamacında sıralanmış, birbirine yakın birkaç köyü geçtikten sonra bir yerde mola verdiler. Karanlık çökmek üzereydi. Bizi bir ağaca sıkıca bağladıktan sonra dinlenmeye geçtiler. Nazlı ile birbirimize sokulduk.
Birkaç saat sonra tekrar yola koyulduk, bu defa zifiri karanlıkta. Tanımadığım bir köye vardığımızda güneş henüz doğmamıştı. Köyün köpekleri bizi ilk karşılayanlardı. Hırlayan köpekler, kişneyen atlar, bağırarak konuşan insanlar, bütün sesler birbirine karışıp boşluğun içinde kayboluyordu.
Yavaş yavaş ortalık aydınlanmaya başladığında etraftaki diğer atlar da görünmeye başladı. Bazıları kemikleri dışarıya fırlayacakmış gibi zayıf ve halsiz görünüyorlardı. Evlerin önünde üst üste yığılmış mavi bidonlar duruyordu. Genzimizi yakıp, gözlerimizi yaşartan keskin koku o bidonlardan geliyordu.
Köydeki evlerin hepsi derme çatma, çatısız evlerdi. Çocukların üstünden başından, köyün her halinden yoksul oldukları anlaşılıyordu. Meraklı gözlerle bizleri süzen çocuklar ellerindeki ince uzun ağaç dallarını oramıza buramıza batırıyorlardı. Adamların yanında çocukların bu hali bana sevimli geldi, en ufak bir tepki vermedim. Bir süre sonra da yanımızdan uzaklaştılar.
Nazlı’yı görmek için başımı çevirdiğimde bir damda kocaman bir köpekle göz göze geldim. Köpek alaycı gözlerle bizi izliyordu. Gürbüzlüğüne şaşırmıştım. Ölenlerin leşleriyle mi besleniyordu?.. Damlardan gökyüzüne uzanan soba dumanları köyün üstünde gri bir bulut oluşturmuştu. Nazlı ortalıkta görünmüyordu. Yalnız, arada kulağıma gelen kişneme sesinden yakınlarda olduğunu anlıyordum.
Bütün bu olup bitenler karşısında neye uğradığımıza şaşırmış halde daha başımıza nelerin gelebileceğini kara kara düşünmeye başlamış, açlığımı da unutmuştum. Köyde sürekli bir hareketlilik vardı. At ve katırlardan oluşan grupların biri gidip biri geliyordu. Atlar sırtlarındaki kocaman mavi bidonların altında inim inim inlerken zar zor nefes alıp veriyorlardı.
O sıra yanıma iki adam yaklaştı. Adamlardan biri çenemin altındaki ipi boynuma sımsıkı dolarken diğeri sırtıma keçe gibi bir şeyler atıyordu. İlk kez sırtıma böyle bir şey atılıyordu. Korkudan ne yapacağımı şaşırmıştım. Birkaç kez var gücümle zıpladım, ne yaptıysam kurtulamadım. Adam:
“Alışacaksın, alışacaksın… Bu daha hiç binilmemiş, daha tor bu.” dedi.
Çaresizdim. Tek tesellim ara ara Nazlı’yla karşılıklı kişneyerek birbirimize sesimizi duyurma gayretimizdi.
Atların, katırların sırtlarına boş mavi bidonlar yüklenmiş, hazırlığını tamamlayanlar yola koyulmuştu. Grubun önünde katırlar yol alıyor, arkalarında atlar yürüyordu. Her atın başını bir kişi çekiyordu. Bazı atlar duruma öyle alışmışlardı ki çekilmeye gerek kalmadan sakince yola devam ediyorlardı. Ben ise endişeli ve huysuz ama artık ne olacaksa olsun, bu beladan kurtulayım düşüncesindeydim. Sırtımdaki boş bidonlar sallandıkça huysuzluğum daha da artıyordu. Keskin mazot kokusu genzimi yakıyor, başımı döndürüyordu.
Sonbaharın zifiri karanlığında dar patika yolda yürümek çok ürkütücüydü. Nazlı aklımdan hiç çıkmıyordu. Merak içindeydim, özlemiştim. Yaşadıklarımızı düşünüyordum: Yazın tam ortasıydı. Su içtiğimiz çoğu yerler kurumuştu. Bulunduğumuz yerde su içebileceğimiz tek bir su kaynağı kalmamıştı. Sıcaklar bastırdıkça susuzluğumuz artıyor, kuruyan dilimiz damağımıza yapışıyordu. Nazlı’yla her şeyi göze alarak çobanların olduğu yere doğru ilerlemiş, hiçbir şeye aldırmadan oradaki buz gibi sudan kana kana içmeye başlamıştık. Bunu fırsat bilen küçük çobanlar aniden boynumuza atlayıp amaçlarına ulaşmışlardı. Aldırmayıp su içmeye devam ettik. Afacan çobanların gayretine içten içe gülüyorduk. İsteseydik onları bir kenara savurup kaçabilirdik. Yapmadık. Çünkü biz de eğlenmek istiyorduk. Küçük çobanlar ağzımıza birer ip geçirerek çenemizin altında bağladılar ve bütün gün sırtımızdan inmediler. Oradan oraya koşuşturup duruyorlardı. Akşam olduğunda yorgunluktan ne onlarda ne de bizde hal kalmamıştı.
İçinde bulunduğumuz bilinmezliğin de böyle son bulmasını istiyordum. Ancak bu adamlar o küçük çobanlara hiç benzemiyordu.
Patika, vadi, dere derken bir yokuşu tırmanıp bir tepeye çıktık, ardından da tepeden aşağıya inerek bir vadinin içine doluştuk. Karanlıktan hiçbir yer görünmüyordu. Arada çakan şimşekler sayesinde dağları görebiliyordum. Başı sivri dağlar adeta gökyüzüne değiyordu.
İçinde bulunduğumuz vadi karınca yuvasını andırıyordu. Zaman ilerledikçe sayımız çoğaldı. Ellerinde tomar tomar kağıtlarla koşuşturan adamlar yine, “Acele edin, hadi hadi çabuk!” diye bağırmaya başlamışlardı. Bizimle aynı kaderi paylaşan bir deri bir kemik kalmış katırlar peş peşe dizilmiş, ellerinde mavi hortumlarla bekleyen adamların yanına getiriliyordu. Keskin koku burnumun deliklerinden girip ciğerlerime kadar ulaşmıştı. Adamlar yükünü alanları hiç durmadan geldiği yoldan geri döndürüp yollarına devam ettiriyorlardı. Ben ise sadece Nazlı’yı düşünüyordum. Her fırsatta onu görmek için etrafıma bakıp duruyordum.
Birkaç saat bekledikten sonra sıra bana gelmişti. Yorgundum, oracıkta yığılmamak için kendimi zor tutuyordum. Sırtımdaki ağırlık arttıkça dizlerimin bağı çözülür gibi oldu. Adam, “Alışacaksın, alışacaksın. Senin gibilerini çok gördük,” diyordu. Nazlı ne yapar bu ağırlıkla diye düşünürken ardı ardına “deh” sesleri duydum. Yerimden kıpırdayamadım. Adam var gücüyle elindeki hortumla baldırıma vurmaya başladı.
Dayanılmaz bir acıyla irkilerek olduğum yerde zıpladım, sırtımdaki yükün ağırlığı da cabası, zar zor ayakta kalarak dengemi koruyabildim.
Tespih taneleri gibi dizilmiş gidiyorduk. Yan yana birkaç patika yol oluşmuştu. Katırlar uçurumun kenarından giden dar patikada büyük bir ustalıkla yürüyerek bizimle adeta alay ediyorlardı. Önümdekilerin ayaklarını izleyerek, korkuyla ağır yükün altında yol alıyordum. Uçurumun olduğu tarafa baktığımda bir an başım döndü. Gözlerim karardı, sendeledim. Az daha uçurumun dibini boylayacaktım ki adamlardan biri koşarak yanıma geldi, beni yukarıya doğru çekti. Ardından elindeki kamçıyla sertçe baldırıma vurdu.
Köye vardığımızda yine çocuklarla beraber etrafta koşuşturan köpekler bizi karşıladı. Sırtımızdaki “celikan” dedikleri mavi bidonlar indirildi. O gün önümüze yiyecek bir şeyler konuldu mu, konulmadı mı, yorgunluktan hatırlamıyorum.
Köye sürekli ucuz mazot almak için araçlar gelip gidiyordu. Görevimiz bir ülkeden diğer bir ülkeye “kaçak mazot” taşımaktı, anlamıştım. Aslında her şey o kadar ortadaydı ki neden “kaçak” diyorlardı, işte bunu anlamak mümkün değildi. Zira herkes bu işten payını alıyordu. Belki de gizemli olsun diye adına “kaçak mazot” demişlerdi. Taşıdığımız mazot daha sonra bütün benzin istasyonlarına resmi olarak, yani fatura ile satılırdı. Gerçi bu kısmı bizi ilgilenmiyordu, canımızın derdine düşmüştük. Her gün içimizden biri eksiliyordu. Köyün köpekleri ise bayram ediyorlardı. Bayram eden sadece köpekler de değildi. Kurtlar, kuşlar, çakallar, herkesin gözü bizdeydi. Kar kış, yağmur çamur demeden aynı yolu gidip geliyorduk. Zaman zaman köylüler ile asayişi sağlayan görevliler! arasında ufak tefek anlaşmazlıklar oluyordu ama bu çok uzun sürmüyordu. Her şey alacak verecek meselesinden ibaretti.
Artık haftada birkaç kez aynı yolları gidip gelmek bizim rutinimiz olmuştu. Zaman ilerledikçe derilerimiz ile kemiklerimiz arasındaki mesafe daralıyordu.
Ve nihayet zorlu kış bitiyor, ilkbahara adım atıyorduk. Nisan ayının ortalarıydı ve karlar erimeye başlamıştı.
Yine bir akşamüzeri, karanlık çökmek üzereyken hazırlanıp yola koyulduk. Vadiye indiğimizde sayımız hızla çoğaldı, vadi dolup taştı. Etrafımızı saran heybetli dağların başı neredeyse gökyüzüne değecek gibiydi. Gökyüzü sanki dağların sayesinde orada duruyordu. Hafif bir yağmur başlamıştı. Havada asılı duran gri bulutların bize acıyıp gözyaşlarını üzerimize akıttıklarını düşündüm. Arada bir çakan şimşekler Kelereş dağından yankılanıp geri geliyordu. İlk kez o gün yağmurun aralıksız yağmasını çok istedim. Yağmadı.
Mazot hortumlarını tutanlar, ellerinde tomar tomar kağıtlarla ortalıkta dolaşanlar fısıltıyla konuşuyorlardı. Her zaman bağıran adamların neden fısıltıyla konuştuklarına anlam veremiyordum. Bu defa bekleyişimiz çok uzun sürmüştü.
Uzun bir aradan sonra ilk kez Nazlı ile göz göze gelebildik. Kalbim duracak gibi oldu yine. Canım Nazlı’m ne kadar da zayıflamıştı! Kocaman muhteşem gözleri, derinleşen göz çukurlarının içinde kaybolup gitmişti. Gözyaşları yanağında patikaları andıran ince oyuklar açmıştı. Bir keresinde su içerken suda kendi yansımamı görmüş, o günden sonra da bir daha su içerken gözlerimi açmaya cesaret edememiştim. Nazlı bana o günkü halimi hatırlatıyordu.
Bu güzel, kısa andan sonra yeniden birkaç gruba ayırdılar bizi. Gece zifiri karanlık çöktüğünde yine en önde katırlar, arkalarından biz yürümeye başlamıştık ki bir kurşun sesi karanlığı delip geçti. Peşinden bir kurşun daha, bir kurşun daha… Kurşunlar yağmasını beklediğimiz yağmur gibiydi. Bağırtılar, çağırtılar, “Ateş etmeyin, ne olur!” şeklindeki yalvarmalar… Kimisi, “İran askerleri!”, kimisi “Bizim askerler!” diye bağırıyordu. Ortalık mermi sağanağıydı adeta… Bir adam bağırıyordu:
“Ben size demiştim, karakolun payını verelim diye. Bakın işte, başımıza ne getirdiler. Bunu demiştim değil mi?”
Benim ise tek bildiğim Nazlı’nın da içinde bulunduğu grubun ateşin tam ortasında kaldığıydı. Korkunç çığlıklar geliyordu o taraftan. Büyük bir patlama sesiyle ortalık aydınlandı. Kurşun sesleri kesildi. Çığlıkların yerini inlemeler almıştı. Nazlı’nın olduğu tarafa baktım. Atlar ve katırlar alevler içinde kendi etraflarında dönüyorlardı. Vadi adeta cehenneme dönmüş, alevler gökyüzüne yükseliyordu. Ortalığa yayılan simsiyah bir duman yanık et kokusunu ciğerlerime taşıyordu. Ben ise tarifi imkansız bir acının içinde yerimde taş kesilmiş, hareket edemiyordum. Adamlardan birinin sesini duydum:
“Yaktılar, yaktılar! Haydi kaçın, yoksa bu cehennemde hepimiz yanacağız.”
Birkaç adam yanıma yaklaştı, kalkmam için rastgele kamçılamaya başladılar. Ayaklarım yerin dibine saplanmış, gövdem kocaman bir kaya parçasına dönüşmüştü sanki. Ne yapıp ettilerse beni yerimden kıpırdatmayı başaramadılar, öylece bırakıp gittiler.
Alevler dinmeye başlamış ancak keskin koku etrafa yayılmaya devam ediyordu. Etraflarında dönecek güçleri kalmayan atlar ve katırlar olduğu yerde üst üste yere yığılmışlardı.
Derin derin nefes alıp vermeye başladım… Kendime geldikçe delirmiş olduğumu hissediyordum… Var gücümle “Nazlııı!” diye bağırmaya başladım. Çığlığım dibimdeki uçurumdan yankılanarak bana geri dönüyordu… O ses sanki Nazlı’nın sesiydi, imdat çığlığıydı bu!.. Nazlı’yı kurtarmam gerekiyordu… Gözlerimi kapatıp kendimi uçurumdan aşağıya bıraktım…
Aşağı doğru düşerken kanatlarım varmış uçuyormuşum hissine kapılmıştım. Bir anda yanımda Nazlı belirmiş, ben ise kelebek misali etrafında döne döne birlikte gök yüzüne doğru yükseliyorduk.
edebiyathaber.net (1 Ağustos 2024)