Bazı insanlar, yaşadıkları yerin sahibi olmak yerine, ‘o yerin sahip olduğu’ bir varlık oluyor. Şehir ve deniz ilişkisi gibi. Şehir denize ait değildir, deniz şehre aittir. Boğazın İstanbul’u değil, İstanbul’un boğazı olması gibi.
Mesela bir ayakkabı tamircisi; neredeyse çocuk yaşta başladığı mesleğini aynı mahallede hatta aynı dükkânda sürdürüyor. Önüne gelen çeşit çeşit ayakkabıyı söküyor, dikiyor, yapıştırıyor ve boyuyor. Yıllarca. Başka hiçbir şey yapmıyor. Bu durumun, tamircide nasıl bir duygu yarattığını kimse bilemez. Hoş, kendisi de neler hissettiğini anlayamaz çoğu zaman.
Ece ayakkabı tamir dükkânına sık olmasa da zaman zaman giriyor ve her girişinde hissettikleri aynı oluyor. İçinden fışkıran boğucu bir sıradanlık. Deri, boya ve toz kokusunu içine çekerken buranın başka bir dünyaya ait olduğu fikrine kapılıyor. Binlerce hatta belki milyonlarca ayağın deriye sinen kokularını duyumsamak, hayatlardaki farklılıkları ve aynı anda sıradan şeylerdeki birbirlerine benzerlikleri onda baş döndürücü bir etki yapıyor. Parlak, rugan ayakkabısını gösterirken tamircinin, hayatı boyu defalarca tekrarlamış olduğu el hareketinin çabukluğuna ve naifliğine gizliden bir hayranlık duyuyor. Arka duvarda ürkütücü şekilde duran eğik ve siyah aynadan seyretmeye başlıyor. Elleri ayakkabının üstünde ustalıkla ve yüzündeki yol yol çizgiler kıpırtısız duruyor.
Tamirci işini yaparken bir yandan da yanındaki çırağına rüyasını anlatmaya başlıyor. Sıradan, sabun köpüğü gibi sohbetler bazen insanları dinlendiriyor. Düşüncelere dalıp içeriden çıkamamak tehlikesini yok ediyor belki de. Tamirci, hep aynı rüyayı görse de her defasında onu heyecanlandırdığını söylüyor.
Ece meraklı görünmekten çekiniyor belli etmek istemiyor ama dinliyor:
Yağmurlu bir günde dükkândadır. Oldukça ürkünç, karanlık bir hava vardır. O, ayakkabı topuğu çakarken şimşekler çakar. Kulakları sağır eden bir gürültü olur. Karşısındaki duvar çökmüştür. Korkunç bir manzaradır. Sokağı görür. Etrafta bağrışmalar vardır. Ama onda panik duygusu belirmez. Telaşlanması gerekirken sakindir. Sanki hep yıldırım düşüyor, evler yıkılıyor gibi sakin. Topuğu çakmaya devam eder. Bir an çökmüş duvardan sokağa dehşetle bakar, kalbi hızlı atar. Ardından sevinç hisseder. Koca binanın duvarı çökmüş; sevinç hissetmesinden utanır. Gördüğü rüyadan dolayı kendini ayıplar…
“Felaket oluyor insan sevinir mi yahu?” diyerek bitiriyor rüyayı anlatmayı.
Ece aynadan adamın ellerini izlerken parmaklarındaki boya lekelerini fark ediyor. Derinin içine işlemiş boyalar, doğuştan öyleymiş gibi gayet olağan görünüyor. Bir ayakkabı tamirci dükkânında sıradan bir manzara olarak düşünüyor Ece. Neredeyse yarım yüzyıldır ayakkabı tamir ettiğini düşününce, boyalı ellerini temizlemek için onun bir cesareti olabileceğini sanmıyor. Ece, tamircinin rüyasını düşündükçe, yaşamını durağan şekilde sürdürmenin huzurunun, onda yarattığı dinginliği ama bir yandan da, için için hayatında büyük bir değişim istediğini anlıyor. Ama hiçbir zaman, yer yarılsa bile, hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini, onun da farkında olduğunu gözlerinde görüyor. Başka bir kuvvetin her şeyi değiştirmesini bekliyor tamirci. İşte bu yüzden, rüyasında yıkılan duvara bakıp sevinç gösteriyor.
Ece bu çıkarımını ona söylemiyor. Söylemesinin bir anlamı olmayacağını biliyor. Önyargılı olduğunun ve bu önyargısını, tamircinin yıkacak bir iradesinin olmadığını da ayrımsıyor. Bir küçümseme ya da aşağılama olarak düşünmüyor tüm bunları. Ne var ki, deri ve boya kokuları içinde oturmuş, tamirciyi izlerken büyük bir duyarsızlık hissine kapılıyor birden. Kendinin değiştiremediklerini kabullendiğinin farkına o anda varıyor.
‘Usta, bitince bir de boyayıver’ diyor ve sehpada duran gazeteyi eline alıyor.
edebiyathaber.net (11 Şubat 2023)