Resim: (Kayınvalide ve Eltiler – Nuri İyem)
Odanın karanlığından henüz gecenin devam ettiğini varsaydı. Oysa gün çoktan ışımıştı. Her gece yatağa girmeden dişini fırçalıyor, en ucuzundan bir temizleme mendiliyle gözündeki, suratındaki boyayı siliyor, çıtkırdığı iki adet beyaz hapı musluktan avucuna aldığı az bir suyla yutuyordu.
Haftanın altı günü sabaha ağıran gecesini kahverengi panjuru sonuna kadar indirilmiş bu odada, telefonunda albüm haline getirdiği aynı kırk yedi fotoğrafa bakarak bitirirdi. İlacın etkisi başladığında son resme gelmiş olurdu. İlaçtan önceleri duman ve içki tüterdi; ne bulduysa, neye yetebiliyorsa onu! Tehlikeli bir kızgınlık haline bürünürdü o uykusuz gecelerde!
Aklında hep; annesinin sarıp sarmalayan kollarından, üvey babasının yeni kabaran memelerini sıkan tırnakları ve kararmış ellerinden uzakta, anı biriktirmediği o yıllar.
Parasız yatılılığının ilk ayları; yatağının engebeli şiltesine gömdüğü göz yaşları…
Düşüşü ve kırk yedi fotoğraf karesinde yaşayan Mustafası. Aklında hep aynı şeyler…
Küçücük, arzu uyandıran kıvrımlara sahip vücudu, derini elâ menevişli siyah gözler ve etli dudakları… Bir de kat kesilmiş kızıl ışıltılı, gür saçlar. Elleri, ayakları hep bakımlı, topukları “gül yaprağı kadar pembe.”
Kendini seyretmeye doyamadığı aynaların çelik grisinde bir belirip bir kaybolan o peri, tarifteki tüm o güzellik çok uzun zaman önceydi!
Daha sonra can yoldaşı “Hatice Abla”sına şöyle anlatacaktı o günlerini.
“Yanımda, yâremde hep bir dikenle dolaştım ben. Dikenin adı ‘parasız yatılı.’ Okula elleri kolları dolu şık kadınlar, adamlar gelirdi. Sağırmışız gibi davranır, bizim yanımızda bizden anlatır, hatta bize ağlarlardı. Ellerini sakına, iğrene verirlerdi öpelim diye; hem de bilmeden! Oysa çoğu kez şaçımız sirke kaynardı. Beyaz önlük yakalarımızı geniş tutma sebepleri de buydu. Öğretmenlerimizin önünde kaşınmamaya çalışırdık. Saçlarımızı kısacık keserlerdi yoksa.
Beyaz don lastiğiyle saçımı arkadan bağlamak, sırtımda toplanan kısmını tek omuzumdan öne vermek… Ben daha o yaştan teklifsiz, o yaştan aşifte!
Üvey babam yeni kabaran memelerimi her sıkışta cebime yaldızlı kağıda sarılmış şemsiye çikolatalar koyardı. İlkinde hamamdan yeni çıkmışım, annem kazandaki su ziyan olmasın hesabı hâla banyoda. ‘Üşüyeceksin kız!’ diyerek gövdemi yoğurmasına, gözlerimi o kenâfir gözlerinin içine dikerek bir anlam vermeye çalışmıştım. Fazla ileri gitmedi, fanilamı giydirdi ve meşin ceketinin cebinden iki tane şemsiye çikolata çıkarttı. Bir şeyler tembihledi, dinlemedim bile! Önceliğim çikolataydı!
Nesini anlatayım abla, anam öldü işte… Lise ikideydim. Sonrasına neler olduğuna öyle çeşit yalanlar ettim ki hikayem bana bile puslu. Ankara’dan başladım çalışmaya. Zamanla duyuldu adım… Mustafa’dan önceydi, alemlerdeki ismimle, ‘Aybike’ olarak pazar ilavesinin süslüsüne verdiğim şu röportaj var bi de. Gazetenin pazar ilavesine çıktım. Yüzüm boya küpünden fırlamış, kirpiklerim ziftli, sağ elim ağzımın üstünde, ojelerimin ucu yenik, damlalıkla indirdikleri gözyaşıma yakın plan çekim yapılmış… Bak gazetenin ilavesini göstereyim sana, uydurmuyom valla!” Aybike komodinin çekmecesinden yıllar öncesine ait sararmış bir gazete ilavesi çıkardı. Çok bilinen köşe yazarı kadının kendisiyle yaptığı röportajdan ufak bir bölümü heyecandan titreyen bir sesle okumaya koyuldu.
“…Mekanda kimse bana saygıda kusur etmez, sevmez de. İşimin hakkını veririm. Müşterilerin sırları bende kalır, dedikodu yapmam. Kimse benim masamı bozamaz. Hesaba eklenen peluş oyuncaklarım diğerlerinkinden ayrı saklanır. Fişteki ‘bayan içki’ fiyatım daha yüksektir. Öyle gazı kaçmış kola suratlılardan değilim yâni. Yüzümdeki tabaka tabaka boya yitip gittiğinde geriye korunmaya muhtaç bir çocuk-kadın kalır. Konsum, fahişe değil!..”Sonra hikayesine kaldığı yerden devam etti.
“Röportajdan iyi de para kaldırmışım! Kendimi ‘önümde en fazla iki ya da üç yılım var. Mordoğan’ın denize yakın olmayan tenhalık bir yerinde tek katlı bir ev alacağım; bahçesine nar, portakal bir de ters dut diktim mi… Kara dut. Yumurtayı kümesten çekip, -annemin yaptığı gibi hani- daha ılıkken iğneyle delip emeceğim…’ diye köksüz hayallere bırakmışım…
Dur bak; Mustafa’yı nasıl tanıdığımı da anlatayım.” diye devam etti. “İçi çıkarılmış çeyrek ekmek arası bol kekikli, pul biberli kokoreçimin son ısırığı için başımı eğdiğim andı sanırım. Peçeteye ağzımı silerken göz göze geldik. Elini kalbinin üstüne götürerek selamladı mekânı, beni… İfadesiz bir surat takınıp uzun uzun baktım adama, sonra başımı öte yana çevirdim. Yeni mekancım bu olacaktı. Anlardım!”
Gecenin erken saatleriydi. Yıpranmışlığı, zavallılığı fark edilmesin diye bilerek karartılmış dükkâna inen merdivenlerin sonunda birden belirmişti Mustafa. İnişini görmemişti.
“Tünediğim bar iskemlesinin çaprazındaki masaya oturdu. Sahne yerine bana dönüktü. İğilcen gibi bir adam; aslında çok uzun olmayan boyu sırf sıskalığından selvi gibi duruyordu. Kaşık kadar surattaki kaşlar öyle kalındı ki ve gözleri öyle kocaman! Bu alemi bilen bir hava takınmıştı.
‘Hayırlı akşamlar olsun.’ dedi. ‘Ulan konsluğun hayrı mı olur erkenci kuş?’ diye söylendim içimden. Fikrim değişmişti; pavyona hayırlı akşamla giren bu âlemin raconcusu olamazdı. Pavyonda değil de çocuk parkındaki bankta oturuyordu sanki. Kaydıraktan kayan veledi düşmesin diye her an yerinden fırlamaya hazır, eğreti… Sırtı döşeğin mor minderli arkalığına yaslanmakla, yaslanmamak arası bir açıda. Üstü başı, yağlı köseleden ayakkabısı dolu bir cüzdanı işaret ediyordu. Hikayesi neydi acaba? O da benim hikayemi merak edecekti. Hep ederler. Hangi versiyonunu anlatsaydım? Yanımda oturan Hamdi âbiye döndüm, menemeninin son sıyrığını bebek patiği büyüklüğündeki lokmasının içine toplayan Hamdi âbiye.
‘Âbi, şuna bir yoklama çeksene, yeni gelene.’ dedim. Hamdi âbi diliyle dişlerinin arasında kalanları iki cıklattı sonra esas vazifesini icraya başladı. Birkaç dakikaya adamın röntgeni hazır olurdu… ‘Gazeteciymiş, en kıdemli sanatçımızla bir röportaj istiyormuş.’ Gitmesiyle, dönmesi bir olmuştu. ‘Bunun bi harcırahı vardır, gazetesi öder. Git kızım sen yanına. Mekânın assolisti Aybike diye söyledim’ dedi. Omuzlarımı arkaya verdim, sırtımı dikleştirdim. Stras taşlı yeşil saten elbisemin dekoltesinden taşan memelerimi daha bir ortaya serdim. ‘Avşar Kızı’nın memeleri gibi, çatalı damla şeklinde birleşirdi benimkiler de. Kadın kendini aynen böyle anlatmıştı, ben çok gülmüştüm! Sütyenin maharetiydi ayol o iş. Alemde herkes bilirdi bunu. Bir beden küçük takacaksın sütyeni. Kırk beşi geçende biter o damla işi, süner memen. Yatakta hep loşta kalır öyleleri… Neyse; nerede kalmıştım? Anamalcı deriz. Eskinin hacıağası yani. Genelde müşterimiz bu adamlar olur. Neriman Köksal nesli adamlar; dekoltede çatal meraklısı olur bunlar. Bir de oturup kalkarken onları rahatsız eden fazlalıklarını üst bacak hareketiyle ve illa ki dizlerini kırarak yerleştirirler. Üvey babamdan tek farkları boyadan kararmış tırnaklarının olmayışı.
Düğünler, kınalar için annelerinin elinden tutup getirdiği küçük kızların saçını yaparken, var gücüyle çocukların omuzuna abanmaya devam ediyor mudur o şerefsiz acaba hâla? Ve acaba annem ne kadarını biliyordu? Biliyor muydu dersin be abla?” Aybike hız kesmeden anlatıyordu.
“Gazeteciymişsin, hangi gazete?” diye sordum. Barın hemen çaprazındaki masaya yürüdüm bir yandan da. Ayağa kalktı. Sandığımdan daha boyluydu, daha zayıf…
‘Hoşgeldiniz Aybike, buyrun lütfen. Ben Mustafa…’ gibi bi şeyler geveledi. Boyu posu herhangi, yüzü herhangi, gözleri kocamandı. Ayakta dikilmeye devam ettim. O da!
Hamdi âbi olaya müdahale edene kadar öylece dikildik. Hamdi âbi acemi alemciye göstere, öğrete sandalyeyi altıma çekti. Komşunun yurtdışında çalışan oğluyla tanışma yemeğine çıkan ev kızı gibi iskemlenin ucuna iliştim. Gecenin henüz onuydu ve bu ufak oyunlar da olmasa vakit geçmezdi.
‘Hangi gazete?’ Sesim erkeklerin çok hoşlandığı o yırtık tonda. Pek bilinmiş bir magazin gazetesindendi. Kartvizitini çıkardı.
‘Ay ben de gazeteci sanmıştım, magazincisin sen!’
‘Size ne ikram edebilirim Aybike?’ Zayıflığı, yüzünün çirkinliği hepsi bir anda silindi. Erkekte güzel ses, diş ve el… Bir gücün gözlerimi suratından aldım.
Gazetenin patronunun oğluymuş ya Mustafa. Yazı dizisini yaptı, benimle seri yattı ve gitti be ablam. E ne sanmıştım ki! Evleneceğini mi? Bilirsin bizim işte sevda zordur. Afalladım! Dinlemedim, duymadım Hamdi âbiyi. Mustafa, gazetedeki haftalık tefrikasına beni malzeme yaptı; bacaklarımı ayıra, popomu çıkarta çıkarta kanırttığım sahne dansımın poz poz resimlerini çekmiş bir de.
Yüzümde hoyrat bir ifade…
Yazı dizisinin ikinci gününde gazetesine vardım, içeri almadılar. Girişteki camı muştaladım. Polis falan… Akşamına dükkâna vardığımda duydum; patron beni başka pavyona kiralamış, Aksaray’a. Solistlik bitti, dansçıyım artık. Peşimden sahneye düşen adam sayısı kadar itibarım var. ‘Uzak düş hayatımdan Mustafa, gölgesi uğursuz Mustafa!’ diye diye yedi akılsız sene geçirdim arka sokak pavyonlarda. Kumburgaz’da bi motele düştüm sonra işte. Gül gibi topuklarım karardı, gözlerim öyle cansız baktı ki… Diş izleri barındıran sabaha karşılardan ayılıp, Allah’a yakardım da anneme okuyamadım. Aklımda hep aynı soru!
Annem biliyor muydu?
Benim de başkaldırım buydu: Annemi duasız koymak.
Hamdi abi arardı arada. Kendine ufak bir mekan açmış. ‘Adını Hamdi’nin Sarayı koydum’ diye anlatmıştı. İzmir’e yerleşmiş; Mordoğan’a.”
Otobanın sahil kasabasıyla birleştiği yerde, iflas eden bir fabrika satış mağazasından bozma motelde devam etti hayatı Aybike’nin. Fakirlik ve çaresizliğin o bildik evreninde ensesi tıraşsız, saçı kepekli, sarkık bıyıklı adamların ve beli tabancalı seri tecavüzcü patronunun yumruğu altında…Suratında duygusuzluk maskesi; çocuk yüzü kartladı, bakışları cansızlaştı… Gül yaprağı gibi topuklar; karardı.
Mordoğan’da, denize uzak bir tarlanın yola yakınında, üç göz oda bir köy evi düşledi. Avlusuna tenekeden sardunya saksıları dizdi. Sarman’ın yavrulardan sardunyaların dalları hep kırık…
“Evin içi sofanın başladığı yerden arka odaya tökez, marleylerin arası ilk kışa küf. Yine de benim! Akşamları Mustafa’ya yoğurtlu semizotuyla, atom mezesi yaparım. Keke Salih’in ev rakısıyla iyi gider. Bir de saç sobanın yanına dizdiğim kış kavunundan kesip koyarım tabağa, pavyon işi küp buzlu. Saçımın boyası çıkmış; ne yazar! Rimelimin fırçasını azıcık diplerine dolaştırdım mı saçlarım kara fırtına bulutları gibi kalın… İlik gibi kadınım, yaşımı kestiremezsin. Yeter ki topuklarım hep gül yaprağı kalsın”. Hapladığı hayallerine daldığı yıllar geçirdi Aybike.
“Abla dinle bak.” diye sürdürdü konuşmasını. Anlattıkça da çitlemeye devam ettiler. İki kadının karşılıklı bağdaş kurduğu yer minderinin ortasında gündöndü kabuklarından bir tepecik oluşmuştu.
“Yeni bi kız gelmişti motele. Bakışları benim gibi yenik. Anlatırken sesi öyle duru, öyle temiz! Hani o işi yaptığına şaşarsın! Sahne adını Mordoğan koydum. Bi sevindi ki!
Mordoğan’ı tanıyana dek en boktan hayata kendimin doğduğunu sanırdım. Abisinin günahına girmiş Mordoğan. Anası öyle buyurmuş! Soluğu ekşi kokardı, dişleri hep çürük. Elinin üstünü dişlerdi, ellerinin üstü kabuk kabuk yara… Fakirsen kaybetmek olmaz hesabı bi sabah uyanmadı!
Bahar çok güzel gelirdi tepedeki kabristana, taze baharı kokladım. Aylardan nisan. Gökyüzüne baktım, bir de taa denizle ikisinin birleştiği yere… ‘Kötülük niye var? NİYE!’ diye yanın yanın isyan ettim. Nizim oranın adetiydi, kahve çektirdim, yüz gram, yüz gram paketletip ruhuna dağıttım. O gün işe çıkartmadı patron bizi.
Mordoğan’ın ekşi kokan yastığına sarılıp ağladım; ismi Kübra’imiş.
Kumburgaz’ın cüzdan, kemer fabrikasından devşirme batakhanesinde, fırfırlı naylon geceliğimin içinde donsuz; merdiven çıkmayı ar sayardım, hep ayardım! Mustafa haberleri okurdum magazinde; ‘Mustafa işte, Mustafa gezide, Mustafa yeni aldığı villasında…’ Kafam duman, içim yara; vesikaya çeyrek kala… Hesabını tutmadığım yıllar geçirdim ablam.”
Patlak spotların ve patrondan böğrüne yediği yumrukların varlığında Mordoğan’dakşi evi hayal etmeye devam etti Aybike. Bir de annesinin bezgin sesiyle söylediği o türkü düşerdi arada aklına…
Felek kimine atlas giydirir ömrüm kimine post…
“Hamdi âbi aradı bi gün ablam. Hal hatır falan sordu; ‘diyeceklerimi iyi dinle Aybike” dedi.
“… Şimdi diyeceklerimi iyi dinle Aybike! Tarlabaşı’ndan önce benim tarafta çalışmıştım ânadın mı? Trakya’da. Abla’nın mekânda yetiştim ben.” Hamdi telefonun diğer ucundaki Aybike’ye ağırdan ala ala anlatıyordu.
“Köprü’nün hemen berisine bir baraka kondurdu önce Abla. Kanatçı ayağı; Trakya yemeyi, içmeyi sever ânadın mı, başladı orada millet ufaktan yolunu bulmaya. Zaten şuncacık yer. Gelene ‘ağamsın, paşamsın…’ Kırnak kırnak haller. Sever bizim Trakya bunu… Abla da Adanalı tabii, babadan mekancı. Baktılar kocalar er bi gece orda; camı falan taşlandı ama Abla’da muamele kıyak. Komtandan, doktora erkes mutlaka bi uğruyor tabii mekâna. Mafyacıklar geldi bir, iki. Candarma’ya düvdürttürdü Abla onları. Kimseler yaklaşamadı bi daha, anadın mı? Afta sonu çift solist çıkartıyor, afta içi tek. Mekânda antin kuntin iş olmaz. Solistle devam etmek istiyorsan önce program bitecek, sonra ver elini eski Edirne yolu… Diyebilir misinkine mekânda fuhuş yapılıyo? Diyemezsin ânadın mı!” Aybike bu uzun anlatıya bir anlam veremese de dinliyordu Hamdi’yi. Kesmek olmazdı. Hamdi abisinden başka arayanı da kalmamıştı zaten.
“Ben bu Mordoğan’daki yerimi açmadan önce bi geldim Abla’ya. Elcezini öptüm. Çok emeciği vardı bende. İcazetimi aldım. Baktım yer iyice almış başını, öyle toşal da büyümemiş, aa! Adına eş, bildiğin saray. “Atice’nin Sarayı!” Abla tutturdu mu ‘İşe yetişemiyom Amdi, kal biraz’ diye. Çoluk, çocuk bekler. Nasıl olcak o iş şimdi? Bi kaç gün durdum yancazında. Kadının istediği geceleri erkence yatmak, eh kocamış tabii.” Hattın ucunda ilk kez bir sessizlik oldu…
“Hamdi âbi, orada mısın? Alo, dinliyom seni ha. Kesmemek için susuyom ben.” Anlamış mıydı can kulağıyla dinlemediğini acaba? Küstürmek olmazdı. Bir O kalmıştı; bir Hamdi âbisi!
“Şimdi deyceğimi iyi belle Aybike, iyi belle!” Hamdi’nin o iç daraltan yavaşlıktaki anlatımı birden ivmelenmişti.
“Sen geldin aklıma Aybike. Ne dersin? Konuştum, er bişeyciği biliyor Atice Abla. ‘Gelsin, deneyek.’ dedi. Yaparsın sen, yalabıksındır. Sevdirirsin kendini. Patronun olacakla da sohbetledim. Senetlerin artık bende. Çalıştıkça bana bi kıyım ödersin. Patronun sana yol paranı verecek şimdi. Al o parayı; iki güne yola çıkarsın Aybike.” Bu kez susma sırası Aybike’deydi. Sessizlik uzun sürmedi.
“Benim adım Zeliha, Hamdi âbi. Aybike değil!” dedi. “Anam, nurlarda kalsın, Zeliş derdi”
* * *
“Diplerimin beyazı görükmesin diye alnımın üstünden sıktığım yemeniyi bi çalım başımdan çekip aldım. Saçımı yarına boyardım. Devirsi güne ver elini Edirne!
İşte böyle ablam, yedi ay olmuş! Sana böyle yola çıktım.” Kaçıncıdır; bu yedi ay içinde kaçıncıdır anlatıyordu hikayesini Hatice ablasına.
“Kul yazısını baş sızısını çeker kızım. Yazın böyleymiş. Hadin şimdi dinelek de işe girişek Zeliş. Saat akşamı buldu. Birazdan başlar bizim ‘üj-bejler’ gelmeye…”
Hatice ablasını kollarından güçlü ellerle kavradı Zeliha.
İki kadın aynı anda dineldiler.
edebiyathaber.net (7 Ocak 2021)