Koyu renkli kalın perdelerin incecik aralığından sızarak odayı kesen güneş Hanım’ın gözlerini kamaştırdı. Hanım, bir anda irkilerek kendine geldi, saatler boyu öylece oturduğu koltuktan nihayet kalktı, ağır adımlarla pencereye yaklaştı, perdeleri iyice açtı. Güneş loş odayı hemen doldurdu. Hanım, bir süre de ayakta, ne yapacağını bilmeden öylece durdu, neden sonra yine aynı ağır adımlarla kapıya doğru yürüdü. Tam çıkacaktı ki duvarda asılı duran gümüş çerçeveli aynaya takıldı gözü. “Kararmaya başlamış, bir an evvel parlatmak gerek,” diye aklından geçirirken kendini gördü aynada. Saçına, üstüne başına baktı; hep olduğu gibi derli topluydu. Doğar doğmaz hanım hanımcık olma yükü konmuştu omuzlarına Hanım’ın. “Adı gibi olsun, hanım hanımcık,” diyerek vermişlerdi bu adı ona.
“Hanım, eteğini düzelt!”
“Hanım, saçını topla!”
“Hanım, düzgün otur!”
“Hanım, önüne bak!”
“Hanım, sabırlı ol!”
“Hanım, sesini çıkarma!”
İçinden geldiği gibi, aklına estiği gibi olmayı öğrenemeden büyümüştü Hanım; yalnızca olması gerekeni, yapması gerekeni bilirdi. Kendisi olabilse nasıl giyinirdi, nasıl konuşurdu, nasıl yürür, nasıl yaşardı hiç bilmedi. Daima vakur olmayı öğrendi; sevincini de üzüntüsünü de, sevgisini de nefretini de tartarak, fazlasını hep içinde bir yerlere gömerek yaşamayı. Başka türlüsü olur mu olmaz mı hiç düşünmedi bile.
Aynada gördüğü yüze dalıp gitti bir süre. Son zamanlarda bir başkaydı sanki hali. Gerçi oldum olası mecburi vakardan gelen buruk bir hal vardı Hanım’ın üstünde; neşesi hep biraz eksikti, gülümsemesinin kenarına iliştirdiği bir hüzün hep dururdu yüzünde. Ama şimdi bir de huzursuzluk veren, tedirgin eden bir karanlık peyda olmuştu içinde. Kendi içinden doğan bu karanlık kısa sürede etrafını sarmış, şimdi bir girdap gibi içine çekiyordu Hanım’ı. “Ne oluyor bana?” diye fısıldadı aynada gördüğü kadına bakarak. Bir yanıt bekledi. Kapıldığı girdaptan kendisini çekip çıkaracak bir el uzanmasını umut ederek uzun uzun baktı aynadaki aksine.
Bakışları gözlerinin altındaki zifirî gölgelere kaydı. İçine çöken karanlığı orada gördü sanki. Hâlbuki yaşantısında değişen hiçbir şey olmamıştı, her şey hep olduğu gibiydi işte. Bu karanlık da neyin nesiydi durup dururken? Yüksek duvarlı küçücük bir odada ışıksız sıkışıp kalmış gibiydi ve duvarları yıkıp geçmek nedir bilmiyordu, hiç öğrenmemişti.
Aynadaki kadının yanakları dikkatini çekti. Kemikleri artık daha da belirgindi, rengi ise solgun ve sarımtırak. Uzun süredir allık sürmediğini hatırladı birden. Oysa her sabah yüzünü güzelce temizler, nemlendirir ve allığını mutlaka sürerdi odasından çıkmadan önce. Yılların alışkanlığını ne zaman, neden bırakmıştı hiç hatırlamıyordu şimdi. Ne olmuştu da kendisine yaptığı bu ufacık güzellikten vazgeçmişti, hiç bilmiyordu. Evdekiler de fark etmemiş olacaktı ki hiçbiri bir kere olsun bu değişikliği ima eden tek kelime etmemişti ona. Fark ettiği bu yeni hali Hanım’ı çok üzdü. “Kendim bile görmemişim kendimi,” diye mırıldandı. İçindeki karanlık koyulaştı, girdap daha da içine çekti Hanım’ı.
Titreyen, kurumuş dudaklarına baktı sonra. Sanki ağzını açacak, konuşacaktı da yapamıyor gibiydi. Esasen konuşmak içinden gelmiyordu Hanım’ın. Kim duyacaktı, kim dinleyecekti sanki konuşsa? Söyleyeceklerini anlayacaklar mı ya da anlamaya çalışacaklar mıydı? Yanıtlarını bildiği bu sorular canını yaktı. Hislerini söylemek vakara uygun değil diye susuyordu önceleri. Kan kusup kızılcık şerbeti içtim demek öğretilmişti ona. Yine de bir zaman konuşmak geldi içinden, anlaşılmak istedi, hislerini anlatmayı denedi. Fakat hiç kimseye sesini duyuramadı, hâlini anlatamadı. Bir daha da hiç açmadı içini kimselere. Kuruyup pul pul olmuş dudakları işte bu mecburi suskunluğunu hatırlattı Hanım’a. İçindeki karanlık koyulaştı, girdap daha da içine çekti Hanım’ı.
İki adım geri gitti, aynadan uzaklaştı. Yorgun bedeninin içindeki yorgun ruhu gördü uzaktan. Sanki kendisinin değil bir başkasının ruhuydu gördüğü. Kendisinden başka herkesin hayatını kolaylaştırmak için dünyaya gelmiş gibi yaşardı Hanım, kendine ait bir hayatı yokmuş gibi. “Bir anda yok oluversem eksikliğim derhâl fark edilir ama varlığımı hiç kimseler görmüyor” dedi iyice kıstığı cılız sesiyle. O herkesin etrafında pervane olur, isteklerini de ihtiyaçlarını da kendilerinden önce görür, eksiksiz yerine getirmek için koşuştururdu. Ve fakat Hanım’ın gözleri kendini hiç görmezdi, sanki kendisi yok gibiydi. Başkalarına uyuverirdi o, ne olacaktı sanki. Olacak olmuştu işte nihayet; yıllar yılı kendini görmeyip yok saymaları atamadığı çığlıklara dönüşmüştü şimdi. Ömrü boyunca “Hayır, ben böyle olsun istiyorum” diyemeyişleri ruhunda tortu olup dibe çökmüş, yaşantısı kötü bir şarap gibi keyif kaçıran kekremsi bir hâl almıştı.
Bu hâle artık tahammül edemeyen aynadaki kadın dile geldi nihayet:
– Bu türlü yaşamak sana iyi gelmiyor, görmüyor musun? Ruhunun da dudakların gibi kuruyup pul pul dökülmesini izleyecek misin böyle, hiçbir şey yapmadan? Yapabilirsin; bağıracaksan bağır, güleceksen gül, kahkaha at, evi inlet, saçın dağılıversin, eteğin kırışık kalsın, ne gam! Şu karanlık odanın duvarlarını yık geç, yapabilirsin. Aydınlığa kavuş, göğüs kafesini ferah nefeslerle doldur! Yaşa artık!
Aynadaki kadın susmak bilmiyordu. Hanım, o sussun diye çırpınıyordu. Kadın durmuyordu, söyledikleri Hanım’ın içini acıtıyordu. Dayanamadı Hanım, terlemiş avuç içleriyle kulaklarını sımsıkı kapattı, göz kapaklarını kilitledi. Neden sonra bir anda gözlerini açtı, ellerini serbest bıraktı. Parmak uçlarını gümüş çerçevenin üzerinde gezdirdi, yaklaşarak aynayı yakından inceledi ve “Büsbütün kararmış bu, bir an evvel parlatmak gerek,” diyerek aynaya sırtını döndü. Ağır adımlarla vakar içinde odadan çıktı.
edebiyathaber.net (16 Aralık 2021)