Dışardaki sesler yine artmaya başladı. Bazen kalabalık grupların, bazen de koşan bir iki kişinin ayak sesleri geliyor. Sayıları tam tahmin edemesem de, çok mu az mı olduklarını anlayabiliyorum. Sofrayı hazırlayalı bir saat oldu, Ahmet hala gelmedi, bu saate kalmaması gerektiğini biliyor, niye gecikti acaba? Çayın suyunu önceden hazırladım, yemek sonrası hemen demlenmiş olması Ahmet’in hoşuna gider Bugün televizyonda dişe dokunur bir şey yok, kitap okumak ise yorucu. O sessizliğin içerisinde sadece sokaktaki sesleri duymak sinirimi bozuyor. Ah geldi galiba, anahtarın kilitte dönüşü duyuluyor, ‘’Ben geldim, neredesin?’’
‘’Salondayım, ayakkabılarını rafa kaldır olur mu? Yeni temizledim oraları…’’
‘’Tamam, koydum. Bugün yollar her zamankinden kalabalıktı, sanki gerginlik artmış gibi.’’
‘’Ben de bugün dışardan çok ses duydum, sen gecikince de merak ettim.’’
‘’Aynı saatte çıktım ama kontrolleri arttırmışlar, daha sık çevirdiler. Sen pencereye çok yaklaşmışsın, bu saatlerde biraz geride durman gerekiyor.’’
Ben pencereden uzaklaşırken, o duş almak için odasına gidiyor. Çabuk olmasını söylüyorum, yemekleri ısıttım bile. Çayın altını kısıyorum, salataları servis ediyorum, televizyonda hâlâ pek bir şey yok, yarışma programlarını geç saatlere koyuyorlar, akşamüstleri genelde hayvan belgeselleri ve yemek programları veriyorlar, bu saatlere de dekorasyon veya müzik programları koymaya başladılar, son zamanlarda hepsi aynı. Ahmet üstünü değiştirmiş, duşunu almış mutfağa geliyor, taze bir kokusu var, sabun ve losyon karışımı. Kokusu ısınan yemek kokularıyla karışıyor, birden tazeliği kayboluyor.
‘’Bugün dünkü ile aynı yemekleri yiyoruz sanırım. Yarın mı alışverişe çıkacaksın?’’
‘’Evet, yarın yeni bir şeyler yaparım, sebze mi istersin?’’
‘’Tercih ederim, işyerinde pek sebze vermiyorlar, verseler de tadı çok kötü’’ .”
Tabakları doldururken ‘’eh bunlar da kötü’’ diye düşünüyorum. Aldığımda nasıl da yeşil ve canlıydılar. Her bir yeşil gözenekten birer su damlası çıkıyor gibi parlıyorlardı. Diri ve sert, mis gibi kokuyorlardı, yetiştikleri toprağın, parlayan güneşin, esen rüzgârın kokusu gibi. Sonra onları alıp eve getirdim, ayıkladım, kanatlarını koparır gibi dış yapraklarını attım, doğradım, birbirlerinden ayrıldılar. Her bir darbede daha soldular, söndüler ve şimdi pişmiş hallerine bakınca çamurdan farksızlar. Ama yenecek hale geldiler, yumuşak ve hazmı kolay.
‘’Kendi kendine mi konuşuyorsun, dudakların oynuyor, ama ne dediğini anlayamadım.’’
‘’Yok, yarın hangi sebzeyi alayım diye düşündüm. İş nasıldı bugün?’’
‘’İyi, farklı değil. Geçen ayın rakamlarını geçiyoruz o yüzden herkes mutlu. Patron prim bile verebileceğini söyledi. Ali de prim alırsak hafta sonu eşlerle beraber kutlama yapalım diyor. Ben olur dedim ama sonra aklıma geldi, hafta sonu gösteri yapabileceklerini söylüyorlar. Sokağa çıkmak tehlikeli olabilir.’’
Gösteriler neredeyse her hafta olmaya başladı. Ertesi gün de cenazelerden dolayı sokağa çıkılmıyor. Alilerle yemek güzel fikir ama karısından çok hoşlanmıyorum. Hep konuşuyor, hep anlatıyor, sokaktan bahsediyor, çevirmelerden, gösterilerden, ölümlerden konuşuyor. Yemek yerken, hatta oyun oynarken bile konuşuyor. Yoruluyorum. Ama Alilerle buluşmak yine de hiç yoktan iyi. Hep evde olmayı sevmiyorum. Bir şeyler içse miydik acaba? Ahmet yemeğini bitirdi bile, ben de çok aç değilim biraz atıştırıyorum sadece, akşamüstü bir şeyler yemiştim, şimdi canım istemiyor. Yerinden kalkıp boş tabakları makineye yerleştiriyor, çay için bardakları hazırlıyor. Yanında kurabiye var mı diye etrafa bakıyor, bugün yapamadım, yarın pişiririm. Sokaktan yine birkaç bağırış duyuluyor. Televizyonu açmak gerek, belki yarışma programları başlamıştır. Eskiden yemek sonrası yürüyüş yapardık beraber, hele hava güneşli olduğunda deniz kenarına inerdik. Ahmet iyi (burada yine çok “güzel” olmuş) fıkra anlatır, mutlaka anlatacak birkaç eğlenceli (burada da) fıkrası olurdu, gülerdik. Şimdi akşam çıkamıyoruz, Ahmet evdeyken fıkra anlatmıyor nedense.
‘’Yeni fıkra var mı öğrendiğin?’’
‘’Bilmem aklıma gelmiyor, şu rakamları düşünüyorum, eğer önümüzdeki ay da bu ayı geçersek yine prim alırız. O zaman belki yazın birkaç günlüğüne Avrupa’ya gideriz. İster misin? Bu karmaşadan biraz uzaklaşmak iyi olur.’’
Tam da bunu söylerken bir cam şıngırtısı duyuluyor, bir yerlerin camı kırılıyor, ne kadar yakın acaba? Ev mi, dükkân mı? Birkaç çığlık daha duyuluyor ve sonra yine silah sesleri geliyor. Bu sefer bizim sokağa çok yakın. Acaba ışıkları kapatsak mı? Çocukken babam bir keresinde, sokakta böyle bir kavganın olduğu gün bize yere yatın demişti. O zaman yetmişli yıllardı. Işıkları kapatıp yere yatmıştık. Korkmuştum ama evdeki herkesin bir anda yere yatması komik de gelmişti. Şimdi yere yatmaya gerek yok, zaten üçüncü kattayız, ama belki ışıkları kapatmak gerek. Bazen kurşunlar gerçek mi plastik mi diye düşünüyorum. Ahmet’e bir gün sormuştum, ne bileyim hiç görmedim ki demişti.
Ahmet çayları getiriyor.
‘’Hiç mi fıkra gelmiyor aklına? Daha önce anlattıklarından da olabilir.’’
‘’Kitaplıkta bir kitap var, fıkra kitabı, oradan bakayım mı?’’
‘’Yok senin aklına gelmiyor mu?’’
‘’Gelmiyor ama kitabı getirebilirim istersen.’’
‘’Boş ver kalsın.’’
Televizyonu açıyorum, bugün bilgi yarışması var. Ahmet bu tür yarışmaları seviyor. Benden daha iyi yanıtlıyor, ben spor ve tarih olunca bilemiyorum. Televizyonun karşısındaki koltuğa yerleşiyor, çayı elinde, yarışma başlamış bile. Sunucu soruyu okuyor: ‘’Atlas okyanusunun doğu kıyılarında, denizin günün belli saatlerinde karaya yaklaşıp geri çekilmesine ne ad verilir?’’
Ahmet ‘’gel git’’ diyor, ben ‘’med cezir’’ diyorum aynı anda. Birbirimize bakıp gülüyoruz. Yarışmacı cevabı bulamıyor. Bizim duvarda, televizyonun arkasında resmi bile var. Kumun üzerinde denizin gelmesini bekleyen bir kayık. Durgun, gri ile kahverengi karışımı bir zeminin üzerinde, gökyüzünün boşluğunda, mavili birkaç farklı ton çizgileriyle hafif yan yatmış bekliyor. Birkaç sene önce, bir marketin dekorasyon bölümünden almıştım. Televizyonun arkasındaki boş duvar gözüme takılıyordu, bir şeyler asmak gerek diye düşünmüştüm. Resmi görünce çok hoşuma gitmişti. Ne kadar dinlendirici demiştim kendi kendime. Başkaları da sevmişti. Aliler geldiğinde, karısı resme bakıp yine konuşmuştu. Kayık olmakla, deniz olmak arası bir şeyler söylemişti hatırlamıyorum. Sonra gözünü dikip, bir şiirden dizeler mırıldanmıştı. Şiiri sevmiştim, konuşmasından daha iyiydi.
Dışardan yine birkaç el silah sesi geliyor, arkasından yine çığlıklar duyuluyor. ‘’Fazla gürültü var’’ diyorum, ‘’ben yatmaya gidiyorum.’’ Ahmet biraz daha televizyon izlemek istiyor. Bardakları toplayıp makineye yerleştiriyorum. Tencerede kalan yemekleri lavaboya döküyorum. Çamur gibi zaten lavaboyu tıkamaz, erir gider.
Ahmet bir saat sonra geliyor odaya. Yavaşça yatağa giriyor. Henüz uyumadım. Elini önce sırtıma, oradan bacaklarıma kaydırıyor. Bugün Perşembe, unutmuşum. Perşembeleri sevişme günümüz. Camları sıkı sıkı kapamasını söylüyorum, perdeleri de tam çekmesini. Hepsini hallettiğini söylüyor. Pijamasının altını çıkarırken bir yandan beni okşamaya devam ediyor. Çok uzun sürmeyeceğini biliyorum.
edebiyathaber.net (26 Mart 2022)