Kanaviçe işlemeli uzun yastığı yine sırılsıklam olmuştu. Biraz önce ilaçlarını getiren gelini ağlamaktan yumulmuş gözlerinden yaşlı kadını öpmüş, ıslaklığından rahatsız olmaması için yastığını alt üst etmişti. Başındaki beyaz tülbendi çıkarıp yastığına örttükten sonra en sol uçtaki mor üzüm desenlerinin bittiği yere doğru başını yasladı. Bu yatak buraya konuldu konulalı tam elli beş yıldır hiçbir zaman sol tarafta yatmamıştı. Kendini yatağın soluna ait hissetmedi. Azıcık Paşasının iyileşip de gelmesi umuduyla usulca yatağın sağına doğru kaydı. Sağ olsun tam on gündür yoğun bakımda da olsa rüyalarına geliyor, kendisini hiç yalnız bırakmıyordu. Ne de olsa dünyada da ahirette de birbirlerini bırakmamaya yeminliydiler.
Sıdıka Hanım, paşası geldiğinde onu bulamaz endişesiyle sürekli uyumak istiyordu. Gözlerini kapatıp hayalle rüya arasında kocasına kavuşmak üzereyken irkildi.
“Nee ayrılmak mı istiyorsun? Ben mi şımarığım?”
…
“İnanamıyorum down oldum!”
“Sus kızım ayıptır! Kapat şu telefonu, babaannen de deden de hastayken sırası mı şimdi kavganın? Hem bu, kaçıncı ayrılığınız? Yeter artık bizi de üzdüğünüz evliliği çocuk oyuncağı yaptınız!”
Sıdıka Hanım biricik torununun feryadına dayanamadı. Yatağında doğrulup onu yanına çağırdı.
Genç kız, babaannesininkilere benzeyen buğday sarısı saçlarını savura savura odaya girerek yatağın kenarına ilişti. Torununun kendisi gibi olan çimen yeşili gözlerine şefkatle baktı. Keşke güzelliği kadar huyu da bana benzeseydi diye düşündü. Gelini de oğlu da haklılardı; Sıdıka’nın şımarık olmasında payı büyüktü. Gelinini oğlunun hatta eşinin uyarılarına hiç aldırış etmeden ismini taşıyan torunu ne isterse yapmıştı. Genç kız büyüdükçe istekleri artmış söz dinlemez olmuştu.
Üniversitede tanıştığı genç ile ailelerinin onayını almadan alelacele kendi aralarında nişanlanmışlardı. Birbirlerine çok âşık oldukları için bu kadar acele ettiklerini belirten genç çift, ailelerine yaptıkları emrivakiden birkaç hafta sonra kavga etmeye başlamışlardı. Her kavganın ardından aile büyükleri nasihat edip onları barıştırmak için araya girmek zorunda kalıyorlardı. Torununun delişmen hallerine dayanamayan dedesi Hasan Bey, yemeden içmeden kesilmiş gün geçtikçe mum misali erimeye başlamıştı. Çiftin son kavgası arasında kalan talihsiz adam, çoklu organ yetmezliğinden yoğun bakıma alınmıştı. Genç çiftin suskunluklarının anlaşmalarından değil vicdan azaplarından olduğunu düşünen Sıdıka Hanım için biraz önceki bağrışmalar sürpriz olmamıştı. Elli beş yıllık gönül yoldaşının yoğun bakımda olmasının sorumlusu kıymetli torununun, saçlarını elleri titreye titreye okşadı.
“Dedenin adı Hasan ama ben ona neden Azıcık Paşam derim biliyor musun?”
Bilmem anlamında başını sallayan torununun saçlarından elini çeken yaşlı kadın derin bir iç çekti;
“Ben de senin gibi evin tek çocuğuydum. Yaşıtlarımın çoğu evlenmiş çoluk çocuğa karışmıştı. Babam beni istemeye gelenleri kapıdan geri çeviriyor, hiç kimseyi bana layık görmüyordu. Bir gün evimizde su borusu patladı, eve tamirci çağırdı. Gelen tamirci marifetli bir gençti, hemencecik boruyu değiştirdi. Sonrasında kaçamak bakışmalar, uzaktan uzağa selamlaşmalar, çalıştığı dükkânın önünden günde üç beş kez geçmeler başladı. Bir gün bahçeye çamaşır asmaya çıktığımda ipe mandal ile tutuşturulmuş bir kağıt parçası buldum.
“Bir sevdiğin yoksa benimle uzun bir yolda yürümeye var mısın?” yazıyordu. Başımı kaldırıp etrafa bakındığımda tamirci çırağı Hasan’ı yıkık bir duvara yaslanmış beni izlerken gördüm. Evet dercesine başımı salladım. İlçenin hatırı sayılır esnafı babam, ustasına sığınmış yetim çırak ile evlenmeme izin vermedi. Biz de kaçıp evlendik. Baba evinde bir dediğim iki edilmezken evlendikten sonra istediklerimi bile söyleyemez olmuştum… ”
Genç Sıdıka’nın gözleri büyüdü;
“Neden söyleyemedin dedem sana baskı mı yapıyordu?”
Babaannesi gülümsedi;
“Yook, baskı falan hiç yapmadı. Canımın çektiğini söylerim de alamayınca gönlü kırılır diye düşünüyordum. Garip de bir huyu vardı, işe giderken boş sefer tasını yanında götürürdü. Gündüz iş yerinde çıkan yemeğin azıcığını yer, kalanını da sefer tasına boşaltırmış. Akşama geldiğinde de ‘Hanım, ben azıcık yerim. Bunları sana getirdim’ derdi. Sonradan anladım ki dile getirmediğimi o gönlü ile duyarmış. Biz evliliğimiz boyunca azıcıkla yetinip, sevgimizi çoğaltmayı öğrendik. Onun için Hasan deden, benim gönlümün Azıcık Paşasıdır. Paşam hastanede yoğun bakımdayken azıcık da olsa hiçbir şey geçmez boğazımdan.”
Torunu, fedakârlık ile dolu bu aşkın nasıl da hiç bitmediğini dinlemek istese de yaşlı kadın sustu. Gözlerini her akşam paşasının yolunu beklediği pencereye doğru çevirdi. Odasının ahşap kapısı gıcırdadı. Aralık kalan kapının ardından gelininin feryadı duyuldu;
“İnanamıyorum babam öldü mü?”
Sıdıka Hanım gerisini duyamadı. Nefesi kesildikçe gözleri kocaman oldu. Başını usulca yastığının soluna koyduğunda, dudaklarında huzurlu bir gülümseme vardı. Azıcık Paşası ile uzun bir yolculuğa daha çıkma vakti gelmişti. Eli yastığın soluna doğru düştü…
edebiyathaber.net (9 Mart 2023)