Minibüsün içinde olağanüstü bir şey göze çarpmıyor. Her şey, şoförün yüzlerce kez gelip geçtiği yollar aynı. Her santimi ezberlenmiş. Her küçük taşı, çukuru, kabartıyı ustaca fark eden şoför yerinde manevralarla ilerliyor. Vites kolu eline yapışıkmış gibi, üzerine eğilip kalktığı direksiyon vücudunun bir uzvuymuş gibi tamamlıyor onu.
İçerdeki kalabalık, yolcuların sohbeti, kasetteki türküler aynı bütünün parçası gibi. Yol boyunca bacası tüten evleri, yemek kokan avluları, analarının eteğine yapışmış çocukları, utangaç genç kızları, bir anıt gibi boşluğa bakan ihtiyarları geride bırakıp ilerliyor minibüs.
Her şey her gün olduğu gibi tekrar ediyor işte. Hayat da tekrarlardan, rutinlerden ibaret değil mi zaten. Bazen de rutine dönme ya da yeni rutinlere uyum sağlama sancılarından.
Minibüste hastalar, kederliler, başını cama yaslayanlar, geçmişi, geleceği düşününler var elbet. Hem kimde ne dert var, aynı dert kimi nasıl yıkıp geçecek bilen var mı?
Babasının cenazesine yetişmeye çalışan Veysel’i kimse tanımıyor. Şehirden son anda bindiği minibüsten bir yol ayırımında inecek ve başka bir araç alacak onu. Arka koltukta güneş gözlüklerinin gerisine saklanmış, dışarıyı izliyor sürekli. Eli çenesinde. Bir ağırlığın içinde, anıların, pişmanlıkların yükü altında, dağların tepelerine, dere yataklarına, sürüklenen bulutlara, sınırları sürekli değişen çayırlara, otlaklara gömülü sürülere bakıp duruyor. Onlara bakarken kendi içine de bakıyor acıyla.
Üç yıldır görmemişti babasını. Neden yapmıştı böyle bir şey? İnsanın yanlış olduğunu bildiği bir şeyi sürdürmesi ne tuhaf, ne yakıcı bir şey? Yüzünü saklıyor, kontrol edemediği gözyaşlarını eline sıkıştırdığı bir peçete ile silip duruyor Veysel.
Üniversitedeki hocası insan düşünen bir varlıktır demişti geçenlerde. Oysa şimdi sorsalar ona, insan aptal bir varlıktır, insan sözün acısını bilmeyen bir varlıktır, insan pişman olan bir varlıktır, derdi. Neden şimdi anlaması gerekiyordu ki bunu? Hem insan babasına küser miydi hiç? Ama olmuştu, Veysel yapmıştı bunu. Kendi kendine kızıyor, kızmaktan da öte içini kanatıp duruyordu.
Minibüs şoförü her beş on kilometrede birilerini indiriyor, yenilerini alıyor. Kimse şikayetçi değil bundan. Elini kaldıran köylülerin yüzünde saklı bir minnet, kendinden eminlik okunuyor. Şoför memnun minibüsün dolmasından, ama bir sevinç belirtisi de yok yüzünde. Kararmış suratı, kirli sakalı hep aynı. Yol yorgunu ama o yolun parçası çoktandır. Koridorda taburelere ilişen, yaz sıcağında kazakla, ceketle oturan, sakallı, yaşlı yolculara, bazen kucaklarındaki hayvanlara da alışkın. Her şeyi biliyor. Her şey sıradan. Ama her yolcunun sırrını bilebilir mi?
Veysel annesini düzenli olarak arıyor ama babasıyla konuşmuyordu. Annesinin zaman zaman bir akrabalarıyla gönderdiği harçlığı babasının verdiğinin farkındaydı elbette. Yine de şimdi kuvvetle ayıpladığı bir inadın içinde kalmıştı işte. Bir keresinde, annesinin yanında duran babası telefonu almış, “Oğlum gel bir göreyim yapma böyle,” demişti. Babasının bu sözleri içinde bir bumerang gibi dolaşıyordu şimdi.
Minibüs şoförü kendinden emin, minibüsün ayrılmaz bir parçası gibi, gözü yolda, sağ eli hep bir şeylerle meşgul ilerliyor. Arada bir aynadan minibüsün içine bakıyor. Arka koltukta güneş gözlükleri ile sürekli yola bakan, kimi zaman elini gözlerine götüren Veysel’i fark edemiyor. İçerisi hınca hınç dolu. Ona göre her şey normal, sıradan.
Bir ara minibüs yavaşlıyor, sağda, toprak bir yola doğru kıvrılıyor ve duruyor. Dalları aşağılara sarkmış söğüt ağaçlarının gölgesinde sesiyle ıssızlığı çoğaltan bir çeşme akıyor. Yolcular bu soğuk, yumuşak sudan içiyor sırayla, kimileri de yüzüne bocalıyor.
Veysel minibüsten inmek istemiyor önce. Sonra yüzünü yıkamak geçiyor içinden. Kenarda bekliyor bir müddet. Diğerleri çeşmenin başından çekilince o yanaşıyor. Oluğun kenarına oturup dalıyor.
O çeşmenin şırıltısında gizli bir anlam var sanki. Veysel’in bir şey kaybettiğini söylüyor. Yeri doldurulamayacak bir şey. Onu var eden, geçmişini belirleyen bir şey, yokluğuyla Veysel’in kendini tarttığı bir şey. Tutamıyor kendini. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlıyor.
Minibüs onu bekliyor. Veysel’deki sıra dışı durumu fark eden şoför korna çalmaktan vazgeçiyor. Arabadan iniyor ve yanına doğru yürüyor. Elini Veysel’in omuzuna koyuyor yavaşça. Veysel başını kaldırıp bakıyor ama suyun sesine dalıyor yine. Şoför “Delikanlı neden ağlıyorsun, bir yüzünü yıka istersen,” diyor. Bu söz Veysel’i daha da sarsıyor nedense. Hıçkırığı kuvvetleniyor. İçini yumruklar dövüyor ve sesler birbirine karışıyor sanki. Şoför ne yapacağını bilemiyor önce. Sonra oluğa oturuyor o da. Veysel biraz sakinleşir gibi oluyor. Başını kaldırıyor ve “Babalar ölmezmiş abi,” diyor.
Şoför duraklıyor. Ne yağacağını bilemiyor yine.
“Başın sağ olsun,” diyor yavaşça.
“Dostlar sağ olsun abi” diyor Veysel. Sonra gözlüğünü çıkarıp, yüzüne suyu bocalıyor. Doğruluyor. Bir yabancıya içini dökmek istiyor nedense.
“Üç yıldır küstüm babama. Beni yakan da bu! Babam duvar ustasıydı. Lisedeyken yardım ediyordum ona. İlk yıl üniversiteyi kazanamadım. Şehre kuzenimin yanına gitmek istiyordum dershane için. Babam bir sene bekle, para biriktirelim, dedi. Ben onu yanlış anladım, okumamı istemiyor sandım. Senin gibi duvar ustası olmam, dedim. O da tokat attı. Çekip gittim işte. Ama babam gizli gizli yardım etti abi. Gizli gizli yardım etti!”
Şoför bir şey demek istiyor ama vazgeçiyor. Elini omuzuna koyuyor yeniden. Kaldırıyor onu. Minibüse doğru yavaşça yürüyorlar.
Kaseti kapatıyor şoför. Kısa bir uğultudan sonra sessizleşiyor yolcular. Veysel yine dışarıya bakıyor. Geride kalan her şey, ıssız dağ başları, uzayıp giden çayırlar içindeki boşluğa akıp duruyor.
edebiyathaber.net (5 Mart 2024)