Babam konuşmayı bıraktıktan dört gün sonra öldü. Üstelik bize haber vermeden… Tek başına… Bir otel odasında… O sırada biz evdeydik. Babamın öldüğünü bir polis cep telefonlarımızı değil de ev telefonumuzu arayarak bildirdi bize, tabii babamın hangi otelde olduğunu/öldüğünü ve beklendiğimizi de.
Bizden önce gelen iki polis arabası, bir ambulans, resmî plakalı bir araç ve meraklı birkaç kişi otelin önünü kapattığı için taksiden erken indik. Hiç konuşmadan, hep ağlayarak geldiğimiz yolun son elli metresini de koşar adım geçtik. Otel kapısının önündeki polise, kendimizi tanıtmak için “Babam ölmüş.”, “Babam için geldik.”, “Babam buradaymış.”, “Babam…” gibi bir şeyler diyebilirdim ama ben henüz bir şey demeden o, “Başınız sağ olsun.” dedi fısıldar gibi. Ağlamaktan kızaran gözler; çaresizlik, yalnızlık, endişe ve üzüntüyle harmanlanmış karmaşık yüz ifadesi, kim olduğumuzu yeteri kadar anlatmıştı ona. Kenara çekilerek girişi açtı. Yanından geçerken “Kom’serim!” diye içeri seslenip bizi işaret etti. Otelin lobisi, önünden kalabalıktı. Gözlerim Hulusi Kentmen’e benzeyen, kerli ferli, göbekli, babacan, bir polis ararken benden yaşça küçük olduğunu düşündüğüm bir polis, elinde vesikalık bir fotoğrafla o kalabalığın içinden ayrılıp bizi karşıladı. Fotoğrafa baktıktan sonra bana doğru, “Kızı olmalısınız.” dedi. Meraktan gayriihtiyari boynum uzadı. Kaçamak bir bakışla fotoğraftaki kişiyi görmeye çalıştım. Gördüm de. “A, ben!” Zihnimdeki hamster, soru çarkında koşmaya başladı: “Fotoğrafımı nereden buldunuz?”, “Komiser siz misiniz?”, “Babam nerede?”, “Babam nasıl ve ne zaman ölmüş?”, “Öldüğünde yanında biri var mıymış?”, “Kim bulmuş?”, “Babamın bu otelde ne işi varmış?”… Sorular, sorular… Hamsterı soru çemberinden çıkardım. Güçsüz bir “evet”le cevapladım komiser olduğunu düşünmediğim polisi. O sormadan, “Annem.” diyerek tanıttım annemi. Hulusi Kentmen’e hiç benzemeyen, üstelik yaşça benden küçük olan polis, meğer komisermiş, adı Emre’ymiş; bizim başımız sağ, babamın mekânı cennet olsunmuş; Allah, sevenlerine sabır versinmiş; tabii çok zormuş ama kendimizi hazır hissedince teşhis için odaya gidebilirmişiz… Yol boyunca hiç konuşmayan, otele geldiğimizden beri de ağlaması kesilen annem, “Ben gelmeyeceğim, sen git.” dedi. Sesindeki otoriter tını, bu kısa ültimatomsu tebligatın nedenini sormama engel oldu. Ancak evden benimle gelen çaresiz, yalnız, endişeli ve üzüntülü kadının yerini, ciddi, kırgın ve öfkeli başka bir kadının aldığını fark edince annemin odaya neden gelmediğini anlamam uzun sürmedi. “Biz gidelim.” dedim. “509 numaralı oda. Asansörle çıkalım.” dedi Emre. “Olur.” dedim usulca, sessizce yanında yürüdüm. Bir polis tarafından bekletilen asansöre önce ben bindim. Aynadaki tanımadığım kadına sırtımı döndüm. Emre, bizi babama götürecek düğmeye bastı. Kat ışıkları yanıp sönerken hamsterı soru çarkına tekrar koydum. Zemin Kat Işığı: “Fotoğrafımı nereden buldunuz?” Ara Kat Işığı: “Babanızın kimliğini ararken cüzdanında buldum. Ev ve cep telefonu numaralarınızın yazılı olduğu katlanmış kâğıdın arasındaydı.” Birinci Kat Işığı: “Babam nasıl ölmüş?” İkinci Kat Işığı: “Ben, babanızın eceliyle öldüğünü düşünüyorum. Tabii adli tabibin raporunu da görmek lazım. Üçüncü Kat Işığı: “Adli tabip raporu da neyin nesi? Yoksa şüphelendiğiniz bir şey mi var?” Dördüncü Kat Işığı: “Dediğim gibi. Ben, babanızın eceliyle öldüğünü düşünüyorum ancak savcılık makamı, akıllarda soru kalmaması için bu ölümün adli bir vaka olmadığından emin olmak istiyor.” Beşinci Kat Işığı: “Peki, babamın yanında biri var mıymış?” Oda Kapılarının Açıldığı Koridor: “Kimse yokmuş. Babanızın birini beklediğini de sanmıyorum.” 501 Numaralı Odanın Önü: “Babamı kim bulmuş?” 503 Numaralı Odanın Önü: “Kat görevlisi… Babanız kayıt yaptırırken odasına çay istemiş. Resepsiyondaki görevli, kat görevlisine babanızın sağır ve dilsiz olduğunu, kapıyı vursa bile babanızın sesi duyamayacağı için kapıyı açamayacağını, bu nedenle odaya rahatlıkla girebileceğini söylemiş.” 505 Numaralı Odanın Önü: “Babam sanıldığı gibi sağır ve dilsiz değildi.” 507 Numaralı Odanın Önü: “Nasıl olur? Babanız bütün iletişimini yanındaki not defterine yazarak sağlamış ama.” 509 Numaralı Odanın Önü: “O da ayrı bir hikâye ya.”
Teşhis için gösterdiğim kararlı tavrım, odanın önünde tutuk bir hâl aldı. Babamın odasına bir mabede girer gibi girdim. Karmaşık duygular içinde bir süre odayı seyrettim. Tek kişilik bozulmamış bir yatak; yatağın her iki tarafında birer komodin, soldaki komodinin üstünde bir abajur, sağdakinin üstünde bir telefon; yatağın tam karşısında duvara tablo gibi asılmış bir televizyon; televizyona komşu aynalı bir konsol ve konsolu aydınlatması için konmuş başka bir abajur; perdeleri tamamen sıyrılmış, limana bakan pencerenin önünde küçük, yuvarlak, ahşap bir masa, masanın üstünde siyah saplı, krom bir terzi makası; masanın iki tarafında kolçaklı birer sandalye ve sağdaki sandalyede limana doğru oturmuş babam; abajurların melankolik sarı ışığına eşlik eden yağmur bulutlarının kararttığı bir gökyüzü ve az önce başlayan yağmurun camdaki izleri… 509 numaralı otel odası tablosunun tek eksiği, müzikti. Onu da ben tamamladım. Miles Davis’ten “It Never Entered My Mind” zihnimde çalmaya başladı. Oysa babam, Melihat Gülses’ten “Gamzedeyim Deva Bulmam”ı severdi. Şarkıyı değiştirdim hemen… Usulca babamın yanına gittim. Gözleri kapalıydı. Komiser Emre, kâğıt mendil paketini bana uzatana kadar tekrar ağlamaya başladığımı fark etmedim. Emre’nin yan odaya geçme teklifini sessizce kabul ettim.
511 numaralı odanın 509 numaralı odadan farkı, babamın olmayışıydı. Limana bakan pencerenin önündeki sandalyelerde, babamın yerine, ben ve Emre birbirimize bakmadan, bir süre sessizce oturduk. Önü sonu yokmuş hissi veren sessizliğe, ara sıra pencereye vuran yağmur damlalarının sesi eşlik ediyor, benimse zihnimde Farid Farjad’ın “Taghtam Deh”i çalıyordu. Emre, “Bana babanızdan bahseder misiniz?” demeseydi ömrümün sonuna kadar bu odada, limana bakan pencerenin önünde, sonsuz bir hiçlik içinde, konuşmadan oturabilirdim. Derin bir nefes aldıktan sonra, “Babamla ilgili ne öğrenmek istiyorsunuz?” dedim. Cevap odasının kapısı aralanınca Emre fırsatı kaçırmadı. “Babanız nasıl bir insandı?”, “İnsan ilişkilerinde sorun yaşıyor muydu?”, “Kendini sağır dilsiz göstermesinin nedeni ne?”, “Daha önce de tek başına otele gitmişliği var mı?”, “Masanın üstündeki terzi makası hakkında ne biliyorsunuz?”… Anlaşılan Komiser Emre’nin de bir hamsterı vardı ve çarkın içinde deli gibi koşuyordu. “Pekâlâ, dinleyin o zaman.” dedim… “Babam, on beş yaşında girdiği terzilik mesleğinde ömrünün kırk beş yılını geçirdi, üç yıl önce de emekli oldu. Oysa kendisi denizci olmayı istermiş çocukken. Hayat gailesi işte, rızkımız yelekenle halatta değil; kumaşla iplikteymiş, derdi. Denize ve deniz emekçilerine karşı hep özel bir ilgisi vardı. Fırsatını buldukça limana, balıkçı barınaklarına giderdi. İlkokul mezunuydu ama okumanın önemini bilirdi. Ne bulursa okurdu, bilgili ve kültürlüydü, muhabbeti hoştu. Kırk beş yılda biriktirdiği envai çeşit insan, ona âdeta hayat okulu olmuştu. Seveni, sayanı çoktu. Yanyana yaşayıp birbirine değmeyengillerden hiç olmadı. İnsanların sevincine de üzüntüsüne de ortak olurdu… Aile bağlarımız da çok sağlamdı. Birbirimizden gizlimiz, saklımız yoktu. Babamın alametifarikası hayata dair derin felsefi görüşleriydi. Görüşleri ona nüktedan ve onu tanımayanlara tuhaf gelen bir yapı kazandırmıştı. Görmüş, geçirmişliği çoktu. Hayatın getirdiklerine şaşırmazdı. Sık sık, “Hepimiz aynı oynatıcının kuklalarıyız.” derdi. Bir gün yine böyle dedikten sonra, “Bazen iplerimizden de kurtulmalıyız.” diyerek gördüğünüz terzi makasıyla omuzlarındaki hayali ipleri kesti ve evden çıktı. O günden sonra babamın evden tek başına çıkmadan hemen önce omuzlarındaki hayali ipleri kesmesi bir seremoni hâlini aldı. Bir seferinde, nereye gittiğini öğrenmek için, onu takip ettim. Önce sahilde biraz yürüdü, sonra da bir banka oturup saatlerce denizi seyretti. Ben de onu seyrettim gizlendiğim yerden. Yanına kimse gelmedi, yürüyüş yapanlardan kimse onunla konuşmadı, uzaktan da olsa kimseyle selamlaşmadı. Öylece oturdu ve denizi seyretti. Eve dönerken de peşini bırakmadım. Sanki ekmek almaya çıkmışım gibi fırına uğrayıp ondan sonra eve girdim. Birkaç gün sonra babam yine tek başına dışarı çıkacaktı. Âdet olduğu üzere omuzlarındaki hayali ipleri kesti. Bana dönüp “Bazen iplerimizden kurtulmalıyız, diyorum ya… Aslında eksik söylüyormuşum. Kuyruğumuzdan da kurtulmalıymışız.” dedi ve arkasındaki hayali kuyruğu kesip gülerek önüme attı. Foyam ortaya çıkmıştı. Masadaki terzi makasının hikâyesi bu işte… Dışarı çıkarken makasını yanına aldığını bilmiyordum. Az önce öğrendim… Gelelim sağır ve dilsiz görünmesine. Babam dört gün önce konuşmayı bıraktı. Tıpkı bir insanın sigarayı, alkolü bırakması gibi. Kulağa tuhaf geldiğinin farkındayım ama gerçek bu. Dört gün önce kahvaltıdan sonra, “Bir süreliğine konuşmayı bırakıyorum. Bir tür oruç yani.” dedi. Son sözü bu oldu. Babamın aile içinde gösterdiği zararsız tuhaflıklarına alışık olduğumuz için onun konuşmayışını ilk gün pek önemsemedik. Ancak babamın konuşmama kararlılığı karşısında bu durumu hep beraber oyuna çevirdik. Babamın yazı tahtasına renkli kalemleriyle yazdıklarına biz de yazarak cevap verdik. Kelimenin tam anlamıyla çocuk gibi tıp oynuyorduk evde… Babamın dışarıda da konuşmadığını hiç düşünmemiştim… Kaçamakları olan bir insan değildi babam. Bakmayın siz annemin tavırlı hâline. Buraya da bir kaçamak için gelmediği ortada. Tuttuğu odadan da anlaşılmıyor mu bu? Bu havada limanı seyredebileceği en uygun yerde ölmüş babam… Sanırım tüm sorularınıza cevap verdim. Merak ettiğiniz başka bir konu var mı?”
Karşılaştığımızdan beri Emre’nin ilk kez bana tereddütle baktığını gördüm. Ağır ağır başlayan ama kelimeler ağzından çıktıkça normal hızına ulaşan bir ritimle, “Aslında bir sorum daha var ama bu soru ne babanızla ne de babanızın ölümüyle ilgili. Sorum sizinle ilgili. Cevap vermek mecburiyetinde de değilsiniz. Yalnızca merakımı gidermek için soracağım. Tabii müsaade ederseniz.” dedi. Karşımdaki polisin özel hayatımı merak etmesine hem şaşırdım hem de benimle ilgili neyi öğrenmek istediğini merak ettim. Bir iki saniyelik suskunluğumu fırsata çevirdi Emre. “Hatırlarsanız telefon numaralarınızın yazılı olduğu bir kâğıttan bahsetmiştim. Orada adınızı görünce hakkınızda bir araştırma yaptırdım. Meğer siz, benim de çok beğenerek okuduğum “Dijital Hayatın Analog Ölümlüleri”nin yazarıymışsınız. Kitabınız yayımlandığı dönemde, size Öykünün Yeni Kraliçesi diyenler bile olmuş. Ama yedi yıldır da yazmıyormuşsunuz… Yazmayı neden bıraktınız?” Şaşkınlığımın kaç kat arttığını sayamadım. Babamın ölüm haberini aldığım günde, teşhis için geldiğim otelin bir odasında, okurum olabileceğine ihtimal dahi vermediğim bir polis, merak ede ede, neden yazmayı bıraktığımı mı merak etmişti yani? Basitçe ve tek kelimeyle “Tıkandım.” veya metafor yapıp “Çeşme akarken doldurmak lazımmış. Ben hep akacak sandım.” diyebilirdim. Ama bunların yerine, “Artık herkes yazıyor ve yalnızca kendilerinin okunmasını istiyor. Yalnızca kendilerinin okunmasını isteyenler de kimseyi okumuyor.” dedim, dediğime şaşırarak ve inanmayarak. Söylediklerimden ne anladın, bakışıyla Emre’ye bakarken, “Bence tekrar yazmaya başlamalısınız.” dedi. Yavaşça ayağa kalkıp “Buradaki işimiz bittiyse annemi daha fazla bekletmeyelim.” dedim.
Babamın ölümünün adli bir vaka olmadığı iki gün sonra açıklandı. Vasiyetine uyarak ağacı bol, deniz manzaralı bir köy mezarlığına götürdük onu. Mezarlıkta hipnotize olmuş gibiydim. İmamın “Merhumu kıbleye doğru yan yatıralım.” sözüyle sanki derin bir uykudan aniden uyandım. “Durun, durun bir dakika! Bir şey unuttuk!” diye haykırdım. Şaşkın ve meraklı bakışlar arasında kalabalığın arasından sıyrılıp mezarın içine atladım. Kıbleye dönük yatan babamı tekrar sırt üstü yatırdım ve çantamdan çıkardığım terzi makasıyla babamın omuzlarındaki hayali ipleri kestim.
…
-Bitti. Evet, bu kadar… E, yıllar sonra yazdığım ilk öyküm hakkında ne düşünüyorsun? Ah, bir dakika yazı tahtanı veriyorum.
edebiyathaber.net (29 Ekim 2020)