Aniden korkuyla uyandı. Anladığı kadarıyla yabancı bir yataktaydı. Ayağa kalkmaya yeltendi. Beceremedi. Sadece gözlerini hareket ettirebiliyordu. Dehşete kapıldı. Avazı çıktığı kadar “İmdat!” diye bağırmak istedi. Boşunaydı. Sesi de çıkmıyordu. İçine çektiği havada hoş bir koku vardı; bahar kokusu muydu taze yağmur mu kestiremedi. Neden bir yataktaydı ve hiç kıpırdayamıyordu? Yoksa başına kötü bir iş mi gelmişti? Düşüncesi bile ürkütücüydü. Soğuk soğuk terler bastı tüm bedenini. Buraya nasıl geldiğini hatırlamıyordu. Kendini zorladı. Bölük pörçüktü hatırladıkları, hatta tuhaf. Sadece bedeni değil, aklı da kendine ihanet ediyordu. Zorlanıyordu hatırlamak için, hatırladıkça da üzüm karası gözlerinden sıcak gözyaşları taşıyordu, boğulacak gibi oluyordu. Dün artık çok uzaktı, biliyordu…
Şehriban, mahallesindeki birçok kadın gibi gençliğinde pek hamarattı. Gündüzleri evlere temizliğe gider, akşamlarıysa birkaç apartmanın merdivenlerini silerdi. Evindeyse hiç durmaz, yatana dek ayakta olur, evin temizliğini yapar, yemeğini pişirir, sofrayı kurar, toplar, bulaşığını, çamaşırını yıkar, ütüsünü yapardı. Asla yorulmak nedir bilmezdi. Evlenip gelmişti bu mahalleye. Mahalleli de bu çalışkan, becerikli kadını ve dillere destan güzellikteki bahçesini pek sevmişti. Sanki yeryüzünde cenneti yaratmıştı. Dört başı mamur bir bahçeydi, tek eksiği içinden veya kenarından bir derenin geçmemesiydi. Köydeki atadan kalma büyük bahçeyi satmış, sağdan soldan biraz da borçlanarak şehrin epey dışında bir arsa satın alıp üzerine bir göz oda kondurabilmişlerdi. Köyünden getirdiği vişne, kiraz, erik ve armut fidanlarını önce teneke kutularda köklendirmiş, sonra bahçenin kenarlarına, birbirlerinin güneşini kesmeyecek şekilde dikmişti. Bir çuval dolusu ata toprağını da bahçenin her tarafına özenle serpiştirmişti. Kısa bir sürede bahçe, rengârenk sardunyalar, akşamsefaları, güller, hanımelleri, ortanca ve lavantalarla dolup taşmıştı. Onlarca çiçek, meyve ağacı, ağaç dallarında öten kuşlar, kedi, köpek ve tavuklar bahçede huzur içinde beraberce yaşayıp duruyordu. Zamanla, bahçesinin tam ortasına plastik bir masa, dört sandalye atmış, etrafını ise içleri çiçek dolu teneke kutularıyla çevirmişti. İlk yağmurdaysa masanın etrafına çaktığı dört ahşap ayak üzerine eğreti bir branda bezi atmıştı. Bahçenin sağ alt köşesinde etrafı plastik pazarcı sandıklarıyla çevrili bir bostan yapmıştı. En çok domates, fasulye ve salatalık ekip topluyordu, bir de bol patates. Evine misafir gelenleri asla elleri boş yollamıyor, mevsimine göre içinde patates, erik, elma, vişne veya kiraz dolu bir poşeti misafirinin eline tutuşturuyordu.
Şükür, bir göz oda ile başladıkları gecekondularını önce iki odaya çıkarmışlar, sonra da üstüne bir kat daha çıkabilmişlerdi. Güçleri ancak buna yetmişti. Kocası emekliliğinin tadını çıkaramadan ve geç evlenen hayta oğlunun mürüvvetini göremeden göçüp gitmişti bu dünyadan. İşte o zaman öbür dünya korkusu sardı Şehriban’ı. Gariban, yaşlandığının bile farkına geç varmıştı. Daha önce bu konulara zerre kafa yormamıştı. Herkes gibi, orucunu tutuyor, namazını kılıyor, borç harçla da olsa kurbanını kesiyordu. Kocasının ölümünden sonra bir haller oldu Şehriban’a. Önce içine kapandı, bahçeye çıkmaz, tavuklarına yem vermez, bostanını bellemez oldu. Bakımsızlıktan, atılan çöp poşetlerinden ve boş bira şişelerinden kısa bir sürede bahçe mahallenin çöplüğüne döndü. Başıboş pisliklerde eşelenen tavuklara, kış gelmeden kıran girdi ya da bir köpek tarafından boğulup bırakıldı öylece bahçenin bir kenarına. Üst katta oturan gelini buna pek sevindi. Ne de olsa istemiyordu kayınvalidesi hastalandığında veya elden ayaktan düştüğünde bir de onca tavuğa bakmayı. Bahçeden de zerre hazzetmiyordu. Gelene geçene hizmet etmekten imanı gevremişti. Çat kapı gelenler azaldığı için kayınpederinin öldüğüne de neredeyse şükredecekti.
Uzun sürmüş bir yas döneminden sonra Şehriban kendisini tamamen dini okumalara verdi. Sabah kahvaltısından hemen sonra Hacı annenin evine gidiyor, saatlerce orada vaaz dinliyor, elifbayı öğrenmeye çalışıyordu. Zor öğreniyordu. Dediğine göre odun kafa olmuştu bu yaşta, oysa öğrenciliğinde nasıl da zehir gibiydi. İlk önce okuma yazmayı o sökmüştü. Elifba için inat etmişti. Çok zorlanmıştı ama sonunda çözmüştü. Kuran’a da geçmişti. Allah’ın izniyle onu da hatmedecekti. Hacı anneye gösterilen hürmet pek hoşuna gitmişti. Hacı olmaya heves etmesi kocasının ölümünün seneidevriyesine denk geldi. Öğrenmişti, emekli dul maaşıyla bu işin üstesinden asla gelemeyeceğini; yıllar sürerdi hac parasını biriktirmesi. Borç da alamazdı. Hacı anne zaten demişti borç alıp gitmek günah diye. Tekrar evlere temizliğe gitmeye başladı ancak artık eskisi gibi gücü yerinde değildi. Temizlik yaparken hem zorlanıyordu hem de sakarlıkları bitmiyordu bir türlü. Döküp kırdıkça bazı kapılar da kapanır oldu yüzüne birer birer. Elbette sadece iş değil yol da çok yoruyordu. Bir araçtan inip diğerine binerken, itiş kakış nefes nefese kalıyordu. Çalıştığı günler, akşam yemeğini üst katta oğlunda yiyor, sonra hemen girişteki evine iniyor ve uyuyordu. İşe gitmek, yorulmak istemezdi istemesine ama para biriktirmesi lazımdı. O da hacca gidecek, döndüğünde diğer hacılar gibi günlerce başköşeye kurulacak, gelini hizmetini görecek, ziyaretine gelenlere elini öptürecek, uzak akraba ve komşularına buradan satın aldığı tespihlerden, plastik yüzüklerden verecekti. Ziyaretine gelen muteber biriyse bir de seccade ekleyecekti hediyelerine. Oğluna, torununa, gelinine ve kardeşlerineyse hediyelerin en hasını getirecekti hacdan. Annesinin hac sevdasını duyan oğlu “Bu devirde bu parayı nasıl biriktireceksin, delirdin mi sen anne?” dedikçe oğluna da pek içerledi. Elbette o parayı biriktirecekti; gerekirse daha çok çalışacak, az harcayacak ama eninde sonunda biriktirecekti. “Şükür!” diyordu, “oğlumun nişan ve düğününde takılanlar da yerini buldu. Kimseye borcum yok artık.” Yoksa nice olurdu halleri? Mahallede ne nişan bitiyordu ne de düğün.
Teneke kutusunun içinde altınları çoğaldıkça harabeye dönmüş bahçesi sanki eski günlerine geri dönmeye başlamıştı. Yeniden bostan beller oldu. Eski teneke kutularına çiçekler ekti. Yıkık dökük oturma yerini de bir güzel adam etti. Tüm bedbinliği gitmiş, sanki ruhuna baharlar gelmişti. Gelinlik bir kız gibi bahçenin içinde oradan oraya koşuyor, çiçeklerle, ağaçlarla, kuşlarla, kedilerle ve yeni satın aldığı civcivlerle konuşuyor, onlara ilahiler söylüyordu. İçinde bitmez bir coşku, yerinde duramıyor, minnacık bedenini bahçesinin içinde oradan oraya sürükleyip duruyordu. Kayınvalidesinin, en büyük hayalinin gerçekleşmesine az bir zaman kaldığından bihaber gelini bu değişime bir mana veremiyordu.
O uğursuz yağışlı geceyi ancak ölünce unutabilirdi. Çok istemişti ama yine de bahçeye çıkmaya korkmuştu. Gök delinmiş gibi, durmadan yağmur yağmış, rüzgârdan bina sallanmış, camlar zangırdamıştı. Ara sıra perdeyi aralayıp bahçeye baktıysa da her defasında hemen kapatmıştı. Uzaklarda çakan şimşeklerin bahçeye yansıyan görüntüsünden çok korkmuştu. Şimşekler uzaklarda değil sanki ta içinde çakıyordu.
Ertesi sabah dışarıdan gelen büyük bir bağrış çağırışla uyandı. Ardından da merdivenleri hızla inen birinin ayak seslerini duydu. “Hayır ola!” deyip perdeyi araladı. Şaşırdı zira yağmur çoktan durmuş, güneş açmıştı. Merdivenlerin dibinde ayakkabısını giyen oğlunu gördü. Demek ki merdivenlerden inen oydu. Oğlunun eliyle gel işareti yaparak “Anne koş! Aşağı mahallede bir kutu altın bulmuşlar,” dediğini duydu. İşte o an yüreğinde ince bir sızı duydu. Hemen başını sağa çevirerek bahçe tarafına baktı. Güzelim bahçenin yerinde yeller esiyordu. Gördükleri karşısında olduğu yere yığılıp kaldı. Uzun simsiyah saçlarının birdenbire beyazladığının farkında bile olmadı. Sel bir duvardan girmiş diğerinden çıkmıştı. Önüne ne geldiyse de sürükleyip götürmüştü. Bahçeden geriye kala kala sadece kökleri yarı açık ağaçlar kalmıştı.
Geri kalan ömrü boyunca Şehriban ne kadar uğraştıysa da mahallelinin teneke kutu içinde bulduğu ve de paylaştığı altınların kendisine ait olduğunu anlatamadı bir türlü. Konuşabilse veya yazabilseydi “Verin onlar benim altınlarım, onlar benim hac param, onları çalınmasın diye bir teneke kutu içinde bahçeme gömmüştüm. Kuran üzerine yemin ederim, onlar benim hac param!” diyecekti…
edebiyathaber.net (25 Haziran 2024)