Vakit gece yarısını geçiyordu. O ise hala önündeki notlara bakıp çözmeye çalışıyordu. Okuyor, okuyor anlamıyordu. Bunda metnin İngilizce olmasının payı büyüktü elbette ama başka bir neden vardı.
Birden aklına Russell Crowe ve oynadığı filmler geldi. Gladyatör, Akıl Oyunları, İyi Bir Yıl ve Son Umut. Hepsini seyretmişti. Ve şimdi adları bile ona yol gösteriyor gibiydi…
“Avustralya’da,” dedi kendi kendine.
“Saat kaçtır acaba şimdi?”
Hemen Google’a girdi. Arada sekiz saat fark vardı. Türkiye saati ile yirmi dörde doğru Avustralya’da sabahın sekiziydi. “Sydney Cams”(Sydney kameraları) yazdı arama motoruna. Çıkan sonuç “Rose Bay Cam”di. Tıkladı.
Karşısına güzel bir manzara çıktı. Tabii ki deniz vardı bu manzarada… Dalgalar… Açıkta sallanan tekneler, plajda yürüyen insanlar ve etraflarında koşturan köpekleri… Baktı kaldı. Özlemişti denizi. Aklına Orhan Veli’nin “Denizi Özleyenler Şiiri” geldi ve her seferinde olduğu gibi yine ezberden okudu şiiri ekrandan denize bakarak.
“Rüyada değilim ama evet, önümde sallanan gemiler ve sakin bir deniz var ve ‘fena kalpli olmayan köpükler’…”
Birkaç dakika sonra kırmızı şapkalı şişman bir adam ve bir de çocuk belirdi bu görüntüde. Siyah bir köpek de etraflarında koşturuyordu. Adam bir şeyler atıyor, köpek yakalıyordu. Bir ara adam çocuğu başından öptü sanırım. Şefkat ve sevgi duyguları kapladı içini.
“Çocuk tamam ama siyah bir köpeği var mıydı acaba Russ’ın?”
“Russ!”dedi kendi kendine.
“Annesi ona böyle hitap ediyormuş,” dedi sanki birine cevap verir gibi.
İkinci gece saat on bire doğru aynı kamera görüntüsüne bakarken buldu kendini. Aynı adam, bu kez başında turuncu bir şapka vardı. Siyah köpek yine etrafında koşturuyordu. Ama çocuk yoktu.
Deniz sakindi, dalgalar yavaş yavaş kıyıya vuruyordu. Kuşlar denizde kısmetini arıyor, adam kıyıda dolaşıyor köpeği ile oynuyordu. Birkaç kez kameranın görüş açısından çıkıp tekrar girdi ve kumsalda köpekleriyle yürüyen başka insanlar da belirdi görüntüde. Sanki herkesin bir köpeği vardı. Büyük şehir insanlarını ve onların yalnızlığını düşündü. Ardından gecenin bir yarısında dünyanın öbür ucundaki kamera görüntülerini ona seyrettiren kendi yalnızlığını…
Sonraki gece saat yirmi iki otuza doğru yine kamera görüntülerine bakıyordu ki aynı şişman adam belirdi ekranda. Ama etrafında koşturan köpek bu kez yoktu. Biraz daha baktı. Evet, evet köpek yoktu. Adam denize doğru yürümeye başladı. Hayır, yüzmüyor basbayağı yürüyordu. Gidiyor, gidiyordu. Bir süre sonra gözden kayboldu. Hayır, kaçırmış olamazdı. Gözü dalsa bile o kadar sürede kıyıya geri dönemezdi. Denize dalmış olsa şimdiye kadar çıkmış olması gerekirdi.
Telaşlanmaya başladı. “Dünyanın öbür ucunda ekran başında bakakaldı. Yapabileceği hiçbir şey yoktu. Türkiye saati ile yirmi iki otuzda, gecedeydi. Adam ise aydınlık bir Avustralya sabahında ölüme gidiyordu.”
Tam bunları düşünürken adam tekrar belirdi ve elindeki oltayı sallayıp ileri doğru denize fırlattığını gördü. Derin bir soluk aldı.
-Balık avlıyormuş, dedi kendi kendine…
-Balık avlıyormuş. Balık…
Sultan Sarı kimdir:
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde doktora yapıyor. Edebiyat üzerine yazıları https://www.edebiyathaber.net/ ve http://www.mevzuedebiyat.com/ sitelerinde yayınlanmaktadır.
edebiyathaber.net (13 Eylül 2018)