Müdür bey bir taraftan, toplantıya siz katılır mısınız, Semra’nımın çocuğu hastalanmış, gelemiycekmiş bugün işe, diye benimle konuşuyor, diğer taraftan önündeki evrakları imzalıyordu. Ofisten bir camekanla ayrılmış bölmede, kocaman ahşap masanın önünde dikilmiş, adamın kaleminden çıkıp, kağıt üzerinde afili bir ize dönüşen mavi mürekkebi takip ediyordum gözlerimle.
Toplantı işine sevinmiştim aslında, ama duygularımı belli etmedim. İsteksiz bir tavırla, kupkuru bir sesle, olur, giderim dedim.
Öğle yemeğinde hiç sevmediğim pırasa vardı o gün. İsabet olmuştu.
Masama gidip bilgisayarımı kapattım, dağınık duran evrakları toparlayıp çekmeceye tıkaladım. Metal çekmece yine yuvasından çıkmıştı. İttire kaktıra, zorla oturttum yerine. Yine de tam kapanmamıştı. Amaan, dedim, yeter işte! Toplantı on’da başlayacaktı. Araç bir gün önceden ayarlanmıştı. Binanın önünde bekliyor olmalıydı. Hemen çıkmalıydım. Ceketimi giyip, çantamı omzuma attım. Ben karargâha, toplantıya gidiyorum arkadaşlar, yarın görüşürüz, dedim kocaman salonun duvar kenarlarına dizilmiş masalara doğru. Başlarını önlerindeki dosyalardan kaldırmadan, mırıl mırıl, görüşürüz, iyi görevler gibi bişeyler gevelediler ağızlarının içinde.
Ofisten çıktım.
Şansıma güzel bir gündü. Dışarıda, büronun kasvetli, havasız ortamından kurtulduğuma sevinerek derin bir nefes aldım. Nisan güneşi şimdiden havayı yumuşatmıştı. Hafif, hoş bir esinti vardı. Baharın ne kadar güzel bir mevsim olduğunu düşünerek, yolda bekleyen külüstür land rover’a doğru yürüdüm. Arka kapıyı açıp yukarıya tırmandım. Askeri araçlar çok yüksek olurdu. Boyum kısa olduğundan, araca normal bir şekilde binemez, maymun gibi tırmanmak zorunda kalırdım.
Şoförle kısaca selamlaştık. Hemen hareket ettik. Yol boyunca hiç konuşmadık. Şoförlerin personelle konuşması yasaktı.
Öğlen ara verilene kadar, kâh içim geçip, gözlerim açık uyuklayarak, kâh ajandama karalamalar yaparak, kimi zaman değişik hayallere dalıp, kimi zaman Ferhat’la gittikçe sıklaşan kavgalarımız üzerinde düşünerek toplantıya katılım sağladım. Toplantı sonuç raporuna bu şekilde yazsam, müdürün tepkisi ne olur acaba diye düşündüm bir ara. Neşelenirim diye ummuştum ama, bu düşünce keyiflendirmeye yetmedi beni. Sıkıntıyla, uzun masaya karşılıklı dizelenmiş dokuz on kişiyi inceledim. Defterlerine bir şeyler yazıp duruyorlardı. Ne yazdıklarını merak ettim. Net göremiyordum. Silik bazı izler vardı beyaz sayfalarda. Bu insanlar da hemen hemen benim durumumdaymış gibi göründüler gözüme. Alakasız, uzak… Sanki, toplantıya gelmesi gereken asıl kişilerin hepsinin çocukları bugün hasta olmuş, onların yerine bu arkadaşlar görevlendirilmişlerdi. Masanın başında oturan iri yarı albayın dışında pek konuşan yoktu. Ara sıra bir ikisi ha hu, evet, sepet diye cevap veriyorlardı adama. Hiç kimse birbirine bakmıyordu. Bakışlar masa üstünde, boşluklarda, duvarlarda, ilgisiz yerlerde dolanıp duruyordu.
Saat yarımda, öğleden sonra devam etmek üzere toplantıya ara verildi.
Ceketimi, çantamı kapıp, herkesten önce salondan dışarı fırladım. Binadan çıkıp, nizamiyede kimliğimi değiştirdim. İnönü Bulvarından karşıya geçtim. Bir süre kaldırımda yürüyüp soldaki ilk sokağa saptım.
Devlet mahallesinin asırlık çınarları yapraklanmaya başlamışlardı. Yeni sürgünler, iyice yükselmiş bahar güneşinin altında taptaze bir şeffaflıkla parıldıyor, açık yeşil gölgeler bırakıyorlardı kaldırımlarda. Lojmanların bahçeleri, ara sokaklar, kışın çıplaklığından, ıssızlığından sıyrılıp yeşil kalabalıklığına kavuşuyordu yavaş yavaş.
Mis gibi havayı içime çekip, etrafı seyrederek yürüdüm. Kumrular’a çıktım.
Ofis Piknik her zamanki gibi kalabalıktı. Öğrenciler, öğle tatiline çıkmış memurlar, karnı acıkmış türlü çeşit insan geniş bahçeyi doldurmuştu.
Karargâhta göreve gittiğim günler en büyük zevkim, öğlen paydosunda Ofis Pikniğe uğramak, mercimek çorbası içip, mercimekli köfte yemekti.
Basit şeylere o günlerde de düşkünmüşüm demek!
Oysa iyi para kazanıyordum. Askeri fabrikada sivil mühendis olarak çalışmak bulunmaz nimetti o yıllarda. Seksen dokuz bahar eylemleri müthiş kazanımlarla sonuçlanmış, yerlerde sürünen maaşlarımız hatırı sayılır şekilde yükselmişti. En iyi restoranlarda, en leziz yemekleri yiyebilirdim. Yok! İlle kağıt bardakta mercimek çorbası, kağıt tabakta mercimekli köfte…
Fakirlik ruhuna işlemiş senin, derdi Ferhat. Para harcamayı bilmiyorsun sen, yaşamayı, hayatın tadını çıkarmayı bilmiyorsun, derdi. Basitsin, derdi.
Kasada uzun bir sıra vardı. Kuyruğun sonuna geçtim. Çantamdan cüzdanımı çıkarırken geniş bahçeyi taramaya başladım gözlerimle.
Buralarda bir yerde olmalıydı!
Bahçe hareketliydi. Kasadan fişlerini kestirenler, seçtikleri yemek çeşidine göre, vagon düzeninde dizilmiş yemek tezgâhlarına dağılıyor, ellerindeki karton tepsileriyle, bahçenin üzerini tamamen kapatan sundurmanın altına dizilmiş yüksek masalarda buldukları boşluklara yanaşıyor, ayakta dikilerek, hızlı hızlı karınlarını doyuruyor, sonra da hiç oyalanmadan çekip gidiyorlardı.
Önümde bir kişi kalmıştı onu gördüğümde. Üzerinde her zaman giydiği, bedenine bol gelen soluk, mavi işçi tulumu vardı. Beyaz saçları, lacivert kepinin kenarlarından dışarıya taşmıştı. Şapkasının siperliği, o zamana kadar hiç görmediğim gözlerini tamamen kapatıyor, buruşuk yanaklarını ve üst dudağını örten gür, beyaz bıyıklarını gölgede bırakıyordu. Bir elinde, uzun saplı faraşla fırçayı tutuyor, diğer eliyle de neredeyse kendi boyunda, siyah bir çöp torbasını sürüklüyordu. Devamlı ayaklara bakıyordu. Masaların kenarlarından ayrılan insanların ayaklarına… Harekete geçen bacakların peşinden hemen masaya yanaşıyor, fırçasıyla faraşının sapını tahta gibi dümdüz vücuduna dayıyor, masada kalan artıkları seri hareketlerle, kalın çöp poşetine boşaltıyor, sonra torbayı bırakıp, yere düşmüş çöpleri fırçasıyla faraşın içine süpürüyor, fırçayı masaya yaslayıp, faraşı çöp torbasına boşaltıyordu. Hiç ara vermeden, bahçeden ayrılan insanların bıraktıkları boşluklara yerleşiyor, oradaki işini bitirdikten sonra hemen başka bir boşluğu dolduruyordu.
Büyülenmiş gibi izliyordum.
Yine benden başka kimse görmüyordu onu.
Arkamdaki adamın uyarısıyla kendime geldim.
-Hanımefendi, biraz acele eder misiniz?
Kusura bakmayın diye mırıldanarak, telaşla kasaya döndüm.
Bir mercimek çorbası, bir mercimekli köfte lütfen, dedim.
Fişimi kestirip yan tarafa geçtim. Yemeğimi aldım.
Kağıt tepsim elimde, biraz oyalandım oralarda. En dipte, duvarın kenarındaki masalar doluydu. Her zaman bu masalardan birinde yerdim yemeğimi. Bütün bahçeye hakimdi burası. Yemeğimi yerken etrafı, insanları seyrederdim. Bir süre sonra bahçedeki tüm insanlar, tüm hareketler flûlaşır, geri planda kalır, mavi tulumu ve bıraktığı mavi izle, sadece o dolaşırdı ortalıkta. Ya da tam tersi olur, o, gezindiği yerlerde silinir, ben, dikildiğim masanın başında bulanıklaşırdım. Görünmez olurduk ikimiz de.
Aheste adımlarla ilerledim arkaya doğru. Sonunda bir yer boşaldı. Hemen yerleştim.
Yemeğimi, yine onu ve diğer insanları izleyerek, ağır ağır yedim. Çorba da, köfte de çok lezzetliydi. Marulu ve limonu biraz daha fazla koysalar ne iyi olurdu!
Daha önce, konuşmaya birkaç kez niyetlenmiş, ama cesaret edememiştim. Bugün başarabilirdim belki!
Saat, biri on geçiyordu. Toplantı buçukta başlayacaktı.
Acele etmeliydim.
Bulunduğum yere yaklaşmasını bekledim. İçinde, boşalmış kapların olduğu tepsimi masada bırakıp, yan tarafa doğru yürüdüm. Ayaklarımı takip ettiğini hissettim. Biraz ilerde durup bekledim. Benim ayrıldığım yere geldi. İşini yapmaya koyuldu. Masayı temizledi, yeri süpürdü.
Başka ayakların peşine takılmadan yakalamalıydım onu. Yanına iyice yanaştım.
Hemen hemen aynı boydaydık.
Teşekkür ederim, dedim. Size kolay gelsin, iyi günler!
Üstüne alınmadı hiç. Yerleri kontrol ediyordu.
Tekrarladım.
Teşekkür ederim, size kolay gelsin. İyi günler!
Başını kaldırdı. Bana baktı.
Şaşırmıştı.
Sağ olun, dedi, ufacık vücudundan beklenmeyecek kadar gür, berrak bir sesle, size de iyi günler!
Gülümsedim.
Gülümsedi.
İçim genişledi.
Gözleri…
Masmaviydi.
edebiyathaber.net (1 Eylül 2020)