Öykü: Başka bir dünya | Alper Kurbaloğlu

Mart 9, 2024

Öykü: Başka bir dünya | Alper Kurbaloğlu

Geçenlerde bir adama rastladım. Park etmiş bir pikabın arka koltuğundaydı. Uyuyordu. İkindi vakti.

Yarı aralık penceresinden içeriyi görebiliyordum. Tek başına, dizlerini karnına çekmiş derin bir uyku çekiyordu. Orta yaşlarını geride bıraktığı beyaz saçlarından belliydi. Boyu okul talebeleri kadar ancak vardı. Uzandığı yeri bile dolduramamıştı. Çocuk gibi… Evet, öyleydi. Balık pazarının otoparkında.

Balık pazarlarını bilirsiniz. Hani insanın canı balık yemek ister de eli oltaya bulaşmaz ya da yolu denize ulaşmaz. Peki ne yapar? Çarşıya gider. Şurada mıydı burada mıydı diye aranıp dururken kuytu köşeye sıkışmış dar bir sokaktan sesler işitir. Merakı kamçılanır. Denizin kokusunu aldım sanır. İşte size balık pazarı…

Bu balık pazarları ilginç yerlerdir. Adımınızı atar atmaz koşuşturmaya tanık olursunuz. Panayır alanına girdim sanırsınız. Tayfalar bereketli bir avdan henüz dönmüş gibidir.

Işıklar yanınca daha cafcaflı olur. Sarı ışıklardan bahsediyorum; öyle evleri aydınlatan soluk lambalar değil… Loş sokağa tazelik veren kasaba fenerleri…

Peki buz dolu sandıklarda çeşit çeşit tuzlu su mahlukları… Lüferler, istavritler, çipuralar; tezgâhta uskumru ve sargozlar… Boy sırasına göre bölük bölük dizilirler. İrileri ve en değerlileri ayrı tutulur. Belki bir lagos ya da halili numunelik bırakılır; bahtiyar edeceği müşterisini bekler.

Ben bu balıkçıları da kuyumculara benzetirim. İtinalı çalışırlar. Derya kuzularını sularlar, parlatırlar. Nadide eser çıkarır gibi nazikçe ve hevesle davranırlar. Müşterilerini ise pek severler. Hürmetini esirgemezler. Et restoranı ya da fırında böyle samimiyet zor bulursunuz. Balık ihtiyacınızı, lezzeti ziyadesinde sıhhat için gerektiğini doktor gibi tavsiye ederler.“Barbun efendim.” “Keserbaş mı?” hay haylar, emir telakkileri, buyurlar…

Bu pazarların havası nereye giderseniz gidin aynıdır. İster deniz kenarı bir şehirde ister İç Anadolu’nun göbeğinde bozkır memleketinde. Yakınlarında deniz olmasına gerek yoktur. Ne rıhtıma yanaşacak gemiye ihtiyaçları vardır ne de dalyanda atılan ağlara… Yine de dükkânda çalışanlar ayaklarında lastik çizmeler, kafalarında yünlü bere ve aylık sakalları ile az önce sabah suyundan gelmiş kadar sahicidir. İşte dersiniz, egede bir balıkçı kasabasındayım.

Uykucu adama böyle bir pazarın otoparkında rastladım. İki iri levreği temizleyin, mangala sürün, emri vermiştim. Beklerken aç kedilerin arasında volta atıyor hangi boy rakı almak yakışık olur diye mukayese ediyordum. Bir baktım beyaz pikabın arka koltuğunda bu küçük adam. Uyuyor. Yaklaşınca daha net gördüm. Öyle keyif çatarak uyumuyor. Yüzünde çocuksu bir muhtaçlık var. Koltukta ufalmış ve sinmiş. Gece nöbetinden gelmiş asker kadar ihtiyaçlı uyuyor.

İçime bir acıma duygusu giriverdi. Ne deyim, ben böyle süzgün yüzlü insan gördüm mü hemen ufalanırım. Mutlaka çehresi gibi vicdanı ve huyu olmalı diye düşünürüm. Vücudundaki yahut kılık kıyafetindeki eksikliği garibanlığa bağlarım. O kişiye aksilik veya kötü bir kalp yakıştıramam. Benim de kalbim kırılıverir. Ona yakınlık kurar aciz taraflarımızı kesiştiririm.

Bir ara onu izlediğimi rüyasında mı sezdi ne ağır ağır doğruldu. Şaşırır gibi çevresine baktı. Gözlerinin akı kızarmıştı. Darmadağınıktı. Kalkmak istemediği, cılız vücudunu yatağa geri çeken görünmez ellerin olduğu besbelliydi. Yandaki dükkâna kısık bir laf attı: “Saat kaç?”

Boş boş bir müddet daha baktıktan sonra tekrar uzandı ve hiç kalkmamış gibi uykuya daldı.

İsmi Ali’ymiş. Saati söyleyen sakallı öyle dedi. Ali Kaptan, dedi. Artık gemi kaptanı mı yoksa uzun yol şoförü mü bilmem. Balık pazarında kaptan diyorlarsa kaptandır. Esaslı bir gırgır teknesinin kaptanı olabilir. Çarşaf çarşaf ağ atan, ağ çeken, dalgalarla boğuşan bir kaptan. Emrinde yarım düzine işin erbabı miçoyla denize açılmalı.

Tekrar düşününce içime sinmedi. Yok. Fikrimi değiştirdim. Arka koltuğu kâfi gören birinin kendi gibi küçük motorlusu olsa daha yakışık olur. Tek başına takıldığı pancar motorlu bir balıkçı teknesi, olabilir.

Yıllardır bu işi yaptığına kesin gözüyle bakıyorum. Denizi avcunun içi gibi bilen bir kaptan. Ağ atmayan oltayla kısmetini çıkarabilen, israfı sevmeyen biri. Sabahın karanlığında motoru çalıştırıp barınaktan sakin sulara akan yalnız balıkçı.

Evli barklı olmadığını hayal ediyorum. Kadın sesinden mahrum biri. Çok eskilerden, ellerinin çatlamadığı zamanlardan kalma sevdiği bir kız olmalı. Çok sevmiş olmalı. Ailesi vermemiş olmalı. Boyuna posuna bakıp siktiri çekmişler olmalı.

İşte bu arkadaş o gün küsmüştür. Kesin! Böyle dünyanın içine, deyip iki ayaklı canlılardan sıyrılarak denize ulaşmıştır. Küçük, mavi bir taka almıştır. Kızın ismini teknenin bordasına yazmıştır. Ne de güzel boyamıştır. Gözünü ufuklara dikmiştir. Martılara yemek atmıştır. Bir başına, ayaz sabahlarda gocuğuna sarınırken şimdi ona sarılmak vardı ya, deyip yıllarca kahırlanmıştır. Sigara üstüne sigara yakarken dünyayı ve geri kalanını ona unutturacak tek şey oltasının ucundaki bilinmezliktir.

Olabilir.

Neden olmasın.

Başka bir dünyada,

Uykusunda,

Rüyasında,

Gençliğinde,

İçtiğinde,

Karada,

Soğukta,

Dalgalarda,

Küçük adam büyük denizde…

Ali Kaptan’ı kaldırıp sorsak anlatırdı belki. Yıllardır balıklara günaydın diyordum; sana da tünaydın hemşerim, derdi. Bu senin düşündüklerinin tıpkı aynısı, diyebilirdi.

O ise hiç kalkmayacak gibi yatıyordu. Yorgun bir adamdı. Öyle adamları bilirsiniz.

***

edebiyathaber.net (9 Mart 2024)

Yorum yapın