Leyli’ye…
Yırtık deri ve kas parçalarıyla sinirler, damarlar arasındaki siyah noktadan kemiğin içine giren işaret parmağına bakarak ofladı.
“Of Allah’ım. Çağdaş sanat yapacağım, diye sanatın da canına okudular sonunda. Uçtular iyice arkadaş. Çok affedersin, işin… Pardon, tadını kaçırdılar yani. Ne bu şimdi?” dedi yanındakine. Elindeki sergi kataloğunu rulo yapıp arka cebine soktu.
Arkadaşı da “Kim bilir? Böyle mide bulandırıcı absürt bir şey, sanat eseri olabilir mi? Artık ne yapacaklarını şaşırdılar,” diyerek duyduklarını destekledi. Konuşmayı başlatan, arkasına aldığı rüzgârla iyice coştu.
“Sanat, sanatçının sıradan varoluşa duyduğu tepki olmalı, değil mi? Hayata karşı duruşu, getirdiği eleştiri… Şimdi neye tepki veriyor bu arkadaş, neyi karşısına alıp eleştiriyor?”
“Hayır, o parmak neyi göstermek istiyor öyle ne anlatıyor? Belli değil. Resmin geri kalanı da siyahla beyazın koyulu açıklı tonları zaten… Kâğıdı böyle boyamak için ressam olmaya gerek var mı?”
“Bence yok ama sırf merakımdan, bunu yapanla tanışmak isterdim.”
Ne bilecekler arkalarında durup konuşmalarına kulak misafiri olduğumu? Şeytan diyor, şunların üzerine yürü. “Siz kendinizi ne sanıyorsunuz, eleştirmen mi?” de. Duvardan tabloyu al, kaldırıp mankafalarına indiriver. Şaşırdım mı? Evet, övgü beklerken…
Sedyeye yatarken öyle emindim ki bu kez anlaşılacağımdan.
Hemşirenin, “Nasılız bakalım, rahat mıyız?” diyen sesi kulaklarımda hâlâ. Göz kırparak karşılık veriyorum genç kadına. Koridorda ilerliyoruz. Sedyenin çift kanatlı kapıya çarpma sesiyle irkiliyorum, ister istemez. Parlak beyaz ışıkların altında duruyoruz.
Operasyon sırasında uyutulmayacağımdan, baş tarafım dikleştiriliyor. Sanat için bedenim açılırken gördüklerimi çizerek anlatmak istiyorum. İçimde saklı olanı bulmak, yapacağım resimle gerçeğe yaklaştığımı hissetmek… Tıpkı Caravaggio’nun Şüpheci Thomas tablosundaki İsa gibi.
Siyah ve beyaz boya kalemleri, kâğıtla resim altlığı tutuşturuluyor ellerime. Ruhuma iyi gelen ilahi tınılar yankılanacak birazdan. Öyle istemiştim. Tablo gözlerimin önündeydi. Resmin baş aktörünün kendine yapılanı kabullenmiş yüzü, boynuna kıvrılarak dökülen kahverengi saçları, bedeninden yayılan huzurlu ışık… Kendimi ona benzeterek çizecektim kâğıda. Elinde neşterle karşımda hazır bekleyen cerrah, en yakın arkadaşım. Arkadaştan da öte şimdi. Kutsal ruhun, İsa’nın içinde olduğundan şüphelenen havarisi artık. Bense Mesih.
İlk notaların duyulmasıyla sessizlik bozuluyor. Soğuk bir hava esiyor ameliyathanede. Yüzleri olmayan karanlık gölgeler duvarlarda belirirken, ritme uyarak giderek çoğalıyorlar. Müzikle birlikte…
Gözlerimin önüne beyaz bir perde iniyor yavaş yavaş. Notalar, perdenin üstünden geçmeye başlıyor hızla. Siyah böceklere dönüşüyorlar giderek. Beyazlarla siyahlar birbirine karışıyor. Eski sessiz film karelerindeki hızlı görüntülere benziyor gördüklerim. Dışarıdan kendimi izliyorum. Tablonun içine girmiş, yaşıyorum orada olan biten her şeyi. Havari, efendisinin karnına açtığı delikten içeri sokuyor işaret parmağını. Onun elini tutmuş, daha derine itiyor Mesih.
Kalemi oynatmaya bir türlü elim varmıyor yattığım yerde. Beynim türlü oyunlarla engel oluyor buna. Yaratıcılığa giden yola sapmadan önceki son çıkıştayım sanki. Bir patika beliriyor önümde, gittikçe daralan. Gözden kayboluyor sonunda. Karanlık kaplıyor her yeri. Çürümüş yapraklar, ayaklarımın altında çıtırdıyor. Yeni yağan yağmurla karışmış toprak kokusunu dolduruyor ciğerlerime. İçime yayılan sıcaklık, gevşetiyor beni. Hafiflediğimi hissederek rahatlıyorum.
Havaya yükseliyorum hızla. Su sesi geliyor uzaklardan. Gürültülü. Oraya doğru uçuyorum. Köpük beyazı, dingin bir ışık huzmesinin üzerindeyim şimdi… Şelale beni aşağı çağırıyor gürüldeyerek. Dayanamayıp boşluğa bırakıyorum kendimi.
Işığa alışana kadar gözlerimi açamıyorum. Şelalenin dibinde olduğumu sanıyorum önce. Titreşim sesiyle kendime geldiğimde, yatağımdayım yine. Başucuma koyduğum telefonu kapatıp karnıma bakıyorum. İz falan yok. Dejavu gibi. Günü baştan yaşıyorum odamda.
Bu sabah kafamda defalarca yapıp bozduğum taslağı, kâğıda nasıl dökeceğimi tekrar düşünüyorum. Varlıktan ruha giden yolu nasıl resmedeceğimi? Düşündüğümü yapabilirsem doğanın işleyişindeki karşıtların birliğini çizerek göstereceğime inancım hâlâ tam. Arayışım, içimde bulmayı umduğum gerçekle sanatımı yeniden var etmek. O son noktayı koyduğumda, benliğimle yüzleşebilmek…
Şelalenin dibine hızla çekiliyorum. Kliniğe doğru…
Gözlerimi açtığımda parlak beyaz ışıkların altındayım. Mesih’im yine. Klasik müziğin ilahi tınıları geliyor kulağıma. Geçen zamanı geri getirmek istercesine başa aldırıyorum Requiem’i. Sahneye girecekleri yeri bilen gölgeler, duvarlarda görünmeye başlıyor. Bu kez bir farkla… Yaptığımı anladıklarının kabullenmiş ifadesi var, belirginleşen yüzlerinde. Boyunlarına kıvrılarak dökülen kahverengi saçları, aydınlanan silüetlerinde seçilir oluyor. İlk notalarla birlikte…
Bıraksalar uçacak kadar hafiflemiş hissediyorum kendimi. İçim huzurla dolu. Acı duymuyorum. Karnıma açılan delikten sızan kan, parmaklarıma yöneliyor. Kalemin ucunda resme dönüşüyor yaram. Kâğıttaki bedenin üzerine siyah bir nokta koyuyorum. Yırtılan deri ve kas parçalarıyla sinirler, damarlar arasına… O noktadan kemiğin içine giren bir parmak çiziyorum. Üzerinden defalarca geçiyorum, siyah kalemle. Beyazla siyahı kullanarak koyulu açıklı tonlara boyuyorum, resmin geri kalanını. Son eserime gururla bakıyorum. Gülümseyerek. Sonunda, diyorum içimden, bu kez dokundum sanatın gerçekliğine. Sergiyi gezenlerin övgülerini şimdiden duyuyor gibiyim.
Kulağıma gelen tanıdık sesle hatırladım, nerede olduğumu.
“Ben de isterdim, onunla karşılaşmayı. Sorsan sanat için yaptığını söyler ama bu kadar absürtlük, nasıl bir tipin elinden çıkmış olabilir? Düşünsene. Kafasındaki neyse artık?” diyordu o ses, arkadaşına.
Şeytana uymayacaktım, gülüşmeselerdi.
“Siz kendinizi ne sanıyorsunuz, eleştirmen mi?” diyerek üzerlerine yürümeyecek, duvardaki tabloya uzanmayacaktım.
edebiyathaber.net (8 Temmuz 2021)