Yalnız kaldığım çokça zaman içinde, sözgelimi böyle karlı bir akşamda bir yerden bir yere yürürken insana, doğaya dair birtakım kavramları kendi kendime sorgulamayı iyice alışkanlık haline getirdim. Zihnimin içerisinde başlayan ve zaman zaman yalnızca şairane bir betimlemeden ibaretken zaman zaman bir türlü sonuca ulaşamadığım hararetli bir tartışmaya dönüşüp kabından taştığı ve hatta ağzıma vurduğu anlar dahi oluyor. Böyle anların bilincine vardığımda ise beklenilenin aksine dışarıdan nasıl göründüğüme hiç aldırış etmiyor, insanların belleğinde kaçık bir kimse imajıyla kalmaktan gram çekince duymuyorum. Esasında bu kendi kendime sorgulamalarımın sebebi de yalnızlığımdan ziyade insanların bu tarz sohbetlere hoşgörüsünün kalmadığından ileri geliyor.
İklimin kaymasıyla başkentimizin ilk karına geç de olsa kavuştuğu bu mistik güzellikteki aralık gecesi, Bay A ile sözleştiğimiz üzere başkentin göbeğindeki ünlü heykelin önünde buluşmuş, tiyatro salonuna doğru yürümekteydik. Etraf kırmızı burunlu buhar makineleriyle dolup taşmakta, sokak lambalarının turuncuya çalan ışıkları kaldırımları örten bembeyaz kar tabakasının üzerinde ateş gibi parıldamaktaydı. Sokaklar, caddeler büyük salgının ardından ilk defa bu denli canlı, yüzlerini görebildiğimiz bir insan güruhu ilk defa bu denli huzur verir haldeydi. Bay A; iyi giyimli, kumral, top sakallı, cam gibi mavi gözleriyle oldukça karizmatik görünen zarif bir beyefendiydi. Akademik camiada isminden çokça söz ettirmiş, babadan zengin, kanımca sığ olmasının dışında hemen hemen herkes tarafından sevilen zararsız bir adamdı. Sığ olduğunu düşünmemse hasetliğimden değil, parasını ve sıkça gerçekleştirdiği hayır işlerini hiçbir suretle ağzından düşürmemesinden meydana geliyordu. Yolumuza devam ederken de yine yakın zamanda yoksul bir adama bağışladığı metruk paltosundan bahsediyordu.
“Geçenlerde fakültemizin hademesine bir güzellik yapmak istedim. Epeydir takip ediyordum. Yırtık pırtık, modası geçmiş bir kabanla gelip gidiyordu fakülteye. Önceki yıl çok sevdiğim bir arkadaşım -parası lazım değil- oldukça pahalı bir palto hediye etmişti. Yalnız, paltonun rengi ve yakası bana hitap eden türden değildi. Koca bir yıl gardıropta bekledi durdu. En iyisi dedim, ben bu paltoyu bizim hademeye vereyim.”
Bay A, anlattığı bu hayırseverlik hikayesiyle, bana çoktandır zihnimde didikleyip durduğum bir konuyu açma fırsatı vermişti.
“Kıymetli sözünüzü kesiyorum fakat izin verirseniz bir şey sormak istiyorum azizim.”
Biraz sonra olacaklardan habersiz, her zamanki kibarlığıyla “Tabii, buyurun sorun.”, dedi Bay A. Müsaadesini almamla birlikte kendisi hakkındaki düşüncelerimi usul usul meydana çıkarmaya başladım.
“Mazur görün azizim fakat”, dedim. “Değersiz gördüğünüz bir eşyanızı bağışlamak sizce dürüstlük müdür? En azından tam anlamıyla ahlaklı sayabileceğimiz bir eylem değildir bu kanımca. Ayrıca, eğer ortada bir yardımseverlik var ise sizin gibi, bunu sık sık dillendirmek, olan anlamını da yitirmesine neden olur kanımca.”
Alışageldiği övgülerin dışında hiç beklemediği bu sorum karşısında afallamış, içten içe asabileşmişti.
“Nasıl? Siz şimdi ne demek istiyorsunuz? Ne yani… Şimdi ben hem yardım ediyorum hem de borçlu çıkıyorum öyle mi? Bunu mu kastediyorsunuz?”
Kekelemelerinden ve yüzünün aldığı tuhaf şekilden, söylemime hazırlıksız yakalandığı belli oluyordu.
“Öyle değil azizim. Yardım etmenize sözüm yok. Hatta yardımınızdan ötürü sizi tebrik etmeyi çok isterdim fakat buna ahlaki anlayışım izin vermiyor. Üzülerek söylüyorum ki yardımınızı dürüstçe yapılmış bir yardım olarak göremiyorum. Bence erdemli olan beğendiğin, değerli gördüğün paltonu bağışlamakta yatar. Toplumun düşündüğünün aksine bir şeyi ahlaklı sayacaksak eğer, öyle yalnızca çıkar gözetmemesi yetmez. Çıkar gözetmediği gibi, yardımı yapan kişiden dişe dokunur bir götürüsü de olacak ki gerçekten salt ahlaklı bir hareket sayabilelim.”
“Ne biçim bir düşünce bu böyle? Sizin dediğinize göre elimizde avucumuzda ne varsa dağıtalım o zaman. Biz de ahlaklı ahlaklı taş kemiririz. Söylediğiniz sözü bir ölçüp tartın önce. Ne dediğinizi kulağınız duyuyor mu?”
“İnanın çok ölçüp tarttım azizim. Hurdaya çıkaracağınızı bir başkasına vermişsiniz ne fark eder? O kişinin hayatında bir fark yaratsanız da bu sizin elinize insanlar arasında övünebileceğiniz bir hayırseverlik hikayesi vermez, vermemeli. Oysa bugün karnınızı yarım doyurup aç bir kimseyi de sizinle yarım doyurabilirseniz o halde tam doyarsınız. Öte yandan, nasıl bir miktar aşağısını ahlaklı bir hareket saymıyorsak, elindeki avucundaki her şeyi dağıtmak da ahmaklıktır tabii ki, ben bunu savunmuyorum. Hayatta her şeyin bir ölçüsü vardır azizim. Hem sorarım size, insanlar neden yardım eder? Sözgelimi, siz neden insanlara yardımda bulunuyorsunuz?”
“Neden olacak, tanrı öyle buyurmuştur.”
“Gerçekten yalnızca tanrı öyle buyurduğu için mi yardım ediyorsunuz azizim? O halde sizinki kesinlikle ahlaksız bir hareket. Üzülerek söylüyorum sizi hiçbir ölçü kurtarmaz.”
Kurduğum bu son cümleyle beraber daima iftihar ettiği niteliklerinin ayak altına alındığını sezmesiyle adeta ağzından tükürükler saçarak, sözleriyle üzerime saldırmaya başladı Bay A. Bu sırada yolu neredeyse tamamlamış, tiyatro sahnesinin önüne varmak üzereydik.
“Ahlaksız sizsiniz. Görüyorum ki saçmaladığınızı yüzünüze vurunca hemen hakaretlere başladınız. Tanrının buyruğunu yerine getirmek ne zamandan beri ahlaksızlık oluyormuş?”
“Azizim, inanın size hakaret etmeyi aklımın ucundan dahi geçirmedim. Eğer söylediklerim haddini aşıp böyle anlamanıza neden olduysa gerçekten üzülürüm. Lakin bence “ahlak” dediğimiz şey, bir insanın hak edeceği bir sıfat olarak büyük yükümlülükler gerektiren ve öyle olması da oldukça doğal olan yüce bir kavramdır. Bu yüzdendir ki toplumumuzun büyük bir kısmı ahlaksızlardan oluşur. Bunu hakaret olarak gördüğümüz anda kendim de dahil, -evet yanlış duymadınız- kendim de dahil tüm topluma hakaret ettiğim çıkarımına ulaşmış oluruz ki büyük bir yanılgıya düşeriz. Ben yalnızca dürüst bir yardımsever olmanın çıkar gözetmeyen ve hatta götürüsü olan bir erdem olarak var olması gerektiğine inanıyorum.”
Kelimelerimin arasından birkaçını özenle seçmesiyle Bay A’nın gözlerinin içi parlamıştı. Artık sahnenin önüne varmış, bir yandan hararetli tartışmamızı sürdürürken diğer yandan Beckett’in o ünlü eserinin başlama vaktini, esere nazire edercesine bekliyorduk.
“İşte! Sonunda ahlaksız olduğunuzu kabul ettiniz! Tanrının buyruğuna karşı gelmek için arsız ve ahlaksız olmak gerekir zaten. Böyle süslü püslü laflarla, sakin bir tavırla bilgin görünmeye çalıştığınızın farkındayım. Fakat o iş o kadar kolay değil. Hem toplumumuza ettiğiniz hakaretleri de görmezden gelemeyeceğim artık. Yok tüm toplumumuz ahlaksızmış da yok sistemimiz hatalıymış da; sistemimiz de insanlarımız da bir makinenin dişlileri gibi gayet düzgün çalışmaktadır tanrıya şükürler olsun. Gizliden gizliye kendinizi de bu güruha dahil eder gibi gösterip Türk toplumunu aşağıladığınızda aydın olmuyorsunuz beyefendi. Öyle tepeden bakmak, hakir görmek, bunlar çok yanlış şeyler. Bugüne dek, zihninizde bu tarz düşünceler barındırdığınızı bilmiyordum. Öğrenmiş oldum. Konumuza dönecek olursak tanrının buyruğunu yerine getirmenin neresi ahlaksızlık söyleyin bana? Beni ilgilendirdiği gördüğü yok fakat… yoksa siz dinsiz misiniz?”
“Deminden beri ağzınızdan çıkan her bir kelime toplumun değerlerini ölçü alıyor. Ben burada size bir sorgulama ve tartışma fırsatı sunuyorum azizim. Siz beni her cümlenizle yargılamaya, yaftalamaya, belirli bir kalıba sokmaya çalışıyorsunuz; çünkü beni anlamıyorsunuz. Tanrıya bir laf etmedim. Türk toplumuna, insanlarımıza tek bir kötü söz çıkmadı ağzımdan. Dürüstlük nedir, gerçekten dürüst bir insan olmak ne demektir bunu sorguladım yalnızca. Bana saldırmak yerine demek istediklerimi anlayıp size sunduğum bu çok değerli tartışma imkanını kullanırsanız, çok keyif alacağınızı emin olun siz de göreceksiniz. Önce sorunuzu cevaplayayım isterseniz. Ben yalnızca kendi nezdimde dürüst bir yardımsever olmanın gerekliliklerini söylemekteydim. İlk seferinde de belirttiğim gibi dürüst olabilmek için uyanık davranmamak gerek. Beğenmediğiniz, fazlalık gördüğünüz bir şeyi paylaşmak, paylaştığınız kişi için dürüst ve yüce bir davranış olarak görülebilir. Hatta bunu tüm ailenizin, yakın çevrenizin gözleri önünde yaparsanız alkış bile alabilirsiniz. Ben kendi hislerinizden bahsediyorum azizim. Böyle bir şeyi yaptığınızda kendinizi gerçekten dürüst hissedebilecek misiniz? Bunlar hafife alınamayacak kavramlardır. Hiçbirimiz üzerine düşünmüyor, tartışmıyoruz. Benim gibi birisi çıkıp konuştuğunda ise çivili sopalarla üzerine saldırıyoruz. Benim zihnimdeki dürüst, ahlaklı hayırsever ölçütlerine, sizin kullanmadığınız paltonuzu bir başkasına bağışlamanızın girmediğini söylüyorum yalnızca.”
Geri adım atmıyor oluşum sinirini bozmuş, içerisinde bulunduğu aşağılık kompleksi gözlerini kör etmiş, beni adeta paçasına yapışan ve bir türlü kurtulamadığı kuduz bir köpek gibi görüyordu. Derince iç çekip çatık kaşlarını bir uyarı niteliğinde üzerime dikti. Ben ise onun aksine takınılan tavrın en büyük güç olduğunun bilincinde rahat görüntümden bir an bile taviz vermedim.
“Tekrar söylüyorum, beni ahlaksız olarak nitelendirmeyin bozuşacağız ona göre! Ne derseniz deyin bana ahlaksız demeyin! Hem siz de söylüyorsunuz, bunlar yalnızca sizin düşünceleriniz. Bir kere, anlaşılan dinsizsiniz. Bu beni ilgilendirmez beyefendi, öte dünyada yanacak olan sizsiniz. Düşüncelerinize gelecek olursak size kesinlikle katılmıyorum. Bunların tartışmaya açık şeyler olduğunu da düşünmüyorum. Toplumumuzun koyduğu kurallar gayet açık, yüzyıllardır böyle gelip böyle gidiyor. Asırlar boyu milyonlarca adamın düşünüp taşınıp karar kıldığı kurallar yanlış da sizin düşünceleriniz doğru öyle mi? Buna ancak kargalar güler. Hem benim dışımda, başka bir yerde söylemeyin bunları deli derler size, iyilik olsun diye söylüyorum. Siz her ne düşünürseniz düşünün toplumumuzun koyduğu kurallarla yaşamaya devam edeceğiz. Bu düşünceleriniz akıntıya karşı kürek çekmekten öteye geçemeyecektir.”
Bay A’nın söylediğim tek bir kelimeyi dahi ısrarla anlamıyor oluşuna karşılık gülümsememi gizleyemedim. Ağzımın kenarında beliren o ince çizgiyi fark ettiğinde ise beklenildiği gibi daha da öfkelenmişti. Neyse ki kulaklarımızın yeterince aşina olduğu o anons birden bu satranç oyununu bitirmiş, bütün gergin havayı dağıtıvermişti.
– Oyunumuzun başlamasına beş dakika kalmıştır! Oyunumuzun başlamasına beş dakika kalmıştır! –
“İşte! Oyun başlıyor”, dedim. “Hadi içeri girelim.”
Önce ellerini paltosunun ceplerinde bir süre samimiyetsiz bir biçimde gezdirdi. Sonra “Hay aksi!”, dedi. “Nasıl da unuttum! Yarına yetiştirmem gereken çok önemli bir yazı işim vardı, jtamamen aklımdan çıkmış. Ne yazık ki bunu erteleyemem. Bu seferlik beni affedin. İyi seyirler.”
edebiyathaber.net (30 Eylül 2023)