
Uyanır uyanmaz salona yalınayak yürüdüm. Birbirine bitişik iki parça kalın perdeyi ortadan yanlara doğru iyice araladım. Manzara bütün genişliğiyle ortaya çıktı. Erken olmasına rağmen güneş adayı kuru kuru ısıtmıştı. Sol tarafta yukarıdan aşağıya doğru akan binaların çatılarından oluşan kırmızı blok, sağda çoğu büyük ağaçlardan oluşan açıklı koyulu yeşillik. Tam ortasında deniz, sanki aradaki havzayı bal gibi kıvamıyla doldurmuş. Güneşse balkıyan denizin hemen üzerinde yeni doğmuş, acelesiz ağır ağır yükseliyor, ince huzmeleriyle değdiği her yüzeyi için için parlatarak. Bu manzarada ilk bakışta aşırıya kaçan bir güzellik bulunuyordu bulunmasına ama o sırada bunun kaynağını arayacak değildim.
İçeri döndüm. Hemen mayomu giydim. Bez çantama yedek mayomu, peştamalımı koydum; tarak, şapka, küçük para cüzdanım çantamdaydılar zaten. Çoktan şarj olmuş telefonumun fişini prizden çektim, kablosundan ayırdım, çantama attım. Evin anahtarlığını da elime alarak çıktım.
Köpekler sokakta boy boy serilmiş yatmışlardı. Kedilerdense görünen yok. Köpeklerden birinin hemen yanından geçtim, tek gözünü bile açmadı. Yokuş aşağıya usul usul inmeye koyuldum. Erkendi, etrafta kimsecikler yoktu. Zakkumların, begonvillerin azdığı mevsim bu mevsim. Kendileri pembe, sıklamen, kavuniçi çiçekleriyle inenleri selamlar gibi öne eğilmiş, yokuşu adeta çiçekten ve yapraktan bir geçide çevirmiş. Nebattan bir geçit, içindekileri yutacak gibi kollarını açmış.
Yokuştan çarşı caddesine kadar indim. Börekçiden yayılan koku etrafı tutmuştu. Usta, dükkânın önündeki masalardan birine oturmuş, belli ki sabaha karşı başladığı mesaisine ara vermiş. Masada güzel demlenmiş bir bardak çayı, küllükte sigarası tütüyordu. İki elini gevşek göbeğinin üzerinde birleştirmiş, gözleri kapalı sabah güneşinin tadını çıkarıyordu. İçimde bir sevinçle önünden geçtim. Bir gün bu ustanın yaptığı taze böreklerden, açmalardan, poğaçalardan kendime bir kahvaltı ısmarlasam ne güzel olur. Sağa dönsem yolum Bayan Beatris’in evine çıkacaktı, ben denize doğru yürüdüm.
Yıllarca hep o yöne dönerdim oysa. Köşede Bayan Beatris’i selamlamak vardı. O balkonunda kenarları eğilmiş bükülmüş şapkasını yüzüne düşürmüş, gecelik diye giydiği kısa penye elbisenin örtmediği incelmiş bacakları aralık, güneşleniyor olurdu. İlk seslendiğimde beni asla duymaz, ikincide üçüncüde duyarsa gözünü açar açmaz şaşkınlıkla birlikte, hemen denizi sorardı, “Harika değil mi, dalgalı mı, biraz mı?” Denizi özlüyordu, bu belliydi. Bunu belli ettiğini fark ederse “Doksan sene girdim canım, yeter” diye kapamaya çalışırdı kendi açtığı konuyu. “Bu saatler deniz güzel olur, güzel olur ama” diye birkaç defa daha yinelerdi, benden bir şey dememi beklemeksizin. Bazen de seslendiğimi duymazdı.
Bu yaz Bayan Beatris adaya gelmedi. Daha nisan ayından başladı düşünmeye, adaya gitsem mi, gitmesem mi diye. Gideyim dedi, nasıl gitmeyeyim dedi, bulamadı cevabını. Zihninden bir boy geçiremedi nasıl gideceğini, sonra nasıl gidemeyeceğini. Günlerce düşündü, düşündü. Olmadı. Gitse, taa Kınalıada’daki evine nasıl ulaşacaktı. Taksi gelmezse, takati biterse, kalbi dayanmazsa, vapura ya erken ya geç varacak olursa. E, gitmesindi? Bu defa da koca yaz Şişli’deki dairede nasıl geçerdi, rüzgarsız, balkonsuz. Herkes adadayken, balkonunun önünden geçip gidiyorken, bir tek kendi şehirde, balkonunda kimsecikler yok.
En son geçen hafta uğradım Şişli’deki evine, anlattıklarından ben şöyle çıkardım olanı biteni: Mayıs ayının sonlarındaydı, bir gece düşüne düşüne yatağına yattı. Sabah uyanıp evindeki yardımcısına seslendi: “Tinaaa, gitmiyoruz, bu yaz buradayız!” Tina’nın oflamalarını puflamalarını, yakasını silkmelerini ne gördü ne duydu. Gitmeyeceklerdi. Bundan sonra gitmemenin sıkıntılarını düşünmeye girişti, kararlı, kesintisiz. Klima taktırması pahalıydı, bir de olmadık işler çıkarırdı. Ayaklı bir pervane alınacaktı, gece yatak odasına, gündüz salona taşınacaktı. Yeğeni bir tane almış getirmiş, olmamış, bir başkasıyla değiştirilecek. Böylece Haziran’ın sonu gelmişti zaten.
Köşeyi döner dönmez karşıdan her bir elinde boş birer pazar arabasıyla gelenin emekli müdire Alis Hanım olduğunu gördüm. Hareketinde çok kısa bir süre yavaşlamayı fark ettim, sanırım bu beni tanıdığı andı. Sağ elimi kaldırıp parmaklarımı neşeli neşeli kıpırdatarak selam verdim. İyice yaklaşınca “Günaydın Alis Hanım!” dedim. O, kocaman gülümsemesine paralel olarak gözlerini kırpıştırarak “Ben bu sabah erkenden kalktım, denizime girdim, yemeğimi koydum, şimdi de su almaya gidiyorum, kaldıysa” dedi bir çırpıda. Onu, ilkokula giden gürbüz bir çocuk olarak düşündüm, saçları geniş beyaz kurdelelerle muntazamca bağlanmış, anasının babasının bir tanesi, mutlu mutlu, kürsüde şiir okuyor. “Ben de dün almıştım, bol bol yığmışlardı ama…” demeyi nasılsa akıl ettim. Benim de o ucuzcu marketten su aldığımı duyduğuna memnun olmuş gibi “Aa, çok iyi!” dedi. Hemen ardından “Deniz bugün çok güzeldi hadi sen de gir, harikaydı!” diyerek boş arabalarını uçurur gibi hızla yoluna devam etti. Alis Hanım gayretiyle diğer kadınlardan hep ayrılırdı. Farkındaydım, kendisi de fark edilsin isterdi zaten. Geçenlerde evinin kapısında elinde küçük bir tepside üç fincan kahveyle görmüştüm onu. Yakında tezgâh kuran meyveciyi işaret ederek, “Kahve yaptım, götürüyorum, yazıktır!” demişti ben bir şey sormadan.
Alis Hanım beni gepgeniş gülümseyişimle sokak ortasında terk edince hiç hız kaybetmeden soluğu denize girdiğim taşlı plajda aldım (plaj da plaj!). Müşterileri içeriye çekmek maksadıyla daha yoldan başlayarak denize kadar serilmiş eğri büğrü plastik halıdan yürümedim. Sözde kırmızı halının denizle sonlanmasına azıcık kala plastik yapraklardan yapılmış tak’ın altından da geçmedim. Epeyce ucuz görünen bu saadet yolunun yanından denize kadar yürüdüm. Önce baktım, iyi anladığım bir şeymiş gibi deniz. Çantamı irice bir taşın üzerine koydum. Üzerimdeki hafif bluzla kısa eteği sıyırıverdim. Su dizlerime değene kadar denize girdim, ellerimle suyu hafif hafif karıştırdım. “Ben geliyorum!” demek için miydi bu? (Denizin de çok umuru!)
O suya dalma ânı, kupkuru vücudun bol bol suyla ıslanması, en sevdiğim. Sonrası hep aynı zaten. Bir iki kulaç, sırtüstü birkaç kulaç daha. İşte bu kadar! Bundan sonrası uzatmalar (sevişmenin o en yüksek modu geçilmiştir!). Denizde biraz kendimi oyaladım, tam olarak ne yapacağımı bilmiyordum. Yeterince suda kaldığımı düşünüp kıyıya doğru yüzerken bir süredir görmediğim Haygan Hanım’ı gördüm, çocuksu bir sevinçle denize girişini yapıyordu. Yaklaşmıştık birbirimize, yine de ellerimizi karşılıklı sağa sola sallayarak mutlu çocuklar gibi selamlaştık. Kendini denizden alıkoymaksızın kısa kısa anlattı. Hastaymış ama iyileşmiş. Şimdi kendini daha iyi hissediyormuş. Boğazında karıncalanma ile başlamış, zencefil limon, geçmeyince bir doktora gitmiş ki, bronşit! Ateş de başlamış, öksürük falan. Kaç gece uyuyamamış. Sıcaklar da zaten uyutmamış. Antibiyotik başlayınca iyi gelmiş. (Her şeyin hakkından gelen cevval tavrıyla bu hastalığı da yendiğini anlatıyordu bana anlattıklarının yanı sıra). Elbet biraz da istirahat şart. Lafı bu defa da kızına getirdi, kendi hastayken kızı taa nerelerdeymiş. Ondan bahsederken elini ohooo daha neler neler anlamında salladı, işindeki mevkiini, çok yüksek maaşını içine alan bir imayla. Bir defasında keşke bilmem neyin -adını telaffuz edemediği- şirketinin genel müdürü olmasaydı da bir cemaat okulunda sınıf öğretmeni olsaydı, evlenseydi, hiç değilse bir çocuğu olsaydı diye serzenişte bulunmuştu kısık bir sesle. (Bir defalık demişti, belki ardından pişman bile olmuştur söylediğine.) Neşeyle sığ sulara battı çıktı, elleriyle deniz suyunu karıştırdı, başına omuzlarına koltuk altlarına bol bol çarptı. Bir iki kelam daha ettik, o akıcı Ermenicesiyle, bense bir türlü yuvarlatamadığım katır kutur kelimelerimden kurduğum kısa cümlelerimle. Benden önce gayretle kıyıya çıktı, yedek mayosunu bana sallayarak kabine doğru koşturdu.
Ben biraz daha denizde kalmaya baktım, kulaçlarımı saydım. Birden yirmiye kadar, o da bitti. Denizden çıkarken uzaktan Meri Hanımların plaj işletmecisi Sultan’la konuştuklarını gördüm. (Ben onları görünce her defasında sevinirim doğrusu.) Sabah müdavimlerinden denize eşiyle gelen tek kadın Meri Hanım’dır, eşi Hayko Bey. Denizi en çok sevenler, denizi deniz olduğu için sevenler. Sadece serinletmesi için değil, buradaki dostluk ahbaplık için değil, –onlar zaten denizin hediyesidir– deniz denizdir ve kendi halinde güzeldir, diyenler. Dalgalı da olsa, köpüklü de olsa, içinde yosun, çerçöp, denizanası da olsa onlara göre deniz hep güzeldir. Plaja gelir gelmez Hayko Bey şortunu indiriverir (benim yüreğim kalkar, eyvah bu defa mayosunu giyinmeyi unutmuş diye). Dar kalçasının önüne düşen kocaman göbeği ve altına sığışmış slip mayosuyla cascavlak kalıverir taşların üzerinde, çok iri bir karınca gibi. Kolları bacakları inceciktir, omuzları daracık. Kel kafası, ince burnu, küçük yuvarlak gözleri, bir de sıkıca kapatamadığı dudakları. Etrafa tükürükler saçarak konuşur ama başladığı en alengirli cümleyi tamamlamayı bilir, iki dilde de. Bazı kelime oyunları bile araya sıkıştırır. Denize girmekte acelecidir, çıkmakta ise sabırlı. Biz eşiyle çeneye dalıp deniz kenarında takılıp kalırsak Hayko Bey bizi denize doğru, “Hadi hadi sohbetin devamı denizde!” diyerek hafifçe iteler. Ben gülümserim, Meri Hanım yalandan kocasına söylenir. Hayko Bey ondan umulmayacak denli zarif bir hareketle, adeta küçük bir balığın bükülüşüyle denize dalar. (Bir tek ben mi fark ederim bu zarafeti?) Yüzdükçe uzar, incelir, kolları güçlenir, bacakları sıkılaşır. Başka biri olur sanki. Bizse denizde birazcık ilerleyip de açıktan iskeleyi görünce görevimizi yapmışçasına küçük ve verimsiz kulaçlarımızla sahile doğru yüzeriz, o kadar. Tabii bol bol gevezelik eşliğinde.
Tekrar kıyıya baktığımda Hayko Bey ve Meri Hanım bana yaklaşmışlardı. Her zamanki selamlama, hatır sorma cümlelerinin ardından hafta sonunun nasıl geçtiğini sordum. Meri Hanım her pazartesi mutlaka hafta sonunda cemaat içinde katıldığı bir törenden bahsederdi, ya cenaze, kırk, düğün, nişan veya okul yemeği. O yine, “Sana bir şey söyleyeyim mi Ruzan…” diyerek söze başladı. Bugünkü konumuz, adadaki kilisenin avlusunda yapılan ünlü Ermeni şairin anma töreni. Onun şikâyetiyse katılımın az olması. Bense o kadar kişinin bile katıldığına şaşırdığımı söylemiyorum da “İyiydi, yine de iyiydi Meri Hanım,” diyorum. Kırk-elli sene önceki toplantıların kalabalığıyla karşılaştırarak sönük buluyor şimdikileri, gençleri ilgisiz. Sonra toplumda konuşulmayan dil, cemaat dışından yapılan evlilikler, doğumların azlığı filan. Sohbetimiz sünerek vazgeçişlerle zayıflıyor ve çaresiz bitiriyoruz sohbeti. Hayko Bey, kulaçları Marmara’nın kısa kırık dalgalarına karışmış yüzüyor da yüzüyor.
Meri Hanım temkinli adımlarla çantasının durduğu şezlonga doğru uzaklaştı. Ben terliklerime dolaşan yosunları atmaya çalıştım. Hızlı bir kararla denize tekrar girdim. Pırıltıların ufak ufak kaynadığı o su kütlesine kendimi baştan ayağa tekrar soktum. İki kolumu iki bacağımı yeniden çırptım, deniz suyuyla terliklerimi bir güzel silkeledim. Denizden adeta gençleşmiş gibi çıktım.
Bu arada Süryani kadınlar toplaşmış, portatif sandalyelerine kurulmuş, evlerinden taşıdıkları çay, kahve, meyve, kurabiye ikramlarını aralarında hızlı hızlı dolaştırıyorlardı. Her zamanki gibi konuşkan ve iştahlılardı. Dilleri sık sık Arapçaya kayıyor ama bizi Türkçe selamlamaktan geri durmuyorlardı. Ben boş şezlonglardan birinin kıyısına oturdum. Kurulanıp peştamalımın marifetiyle usulca üzerimdeki ıslak mayomu çıkarıp yerine kurusunu giyindim. Bugün Silva Hanım yoktu. Ya erken gelmiştir ya da henüz gelmemiş. Evi bu plaja çok yakın. Sabahları erkenden denizine gelir, kıyıdan uzaklaşmadan birkaç dakika yüzer çıkar. Küçük bir parça havluyla geniş vücudunu sıkı sıkıya sarar, pırlanta küpelerini titrete titrete bir acele evinin yolunu tutardı. Sorsan ateşte çalısı vardır çoğu kez, bilemedin enginar.
Plajın işletmecisi Sultan’ın denize girdiği az sayıdaki sabahlardan biri bu sabah, belli. Böyle sabahlarda uzun siyah saçlarını omuzlarına döker, oldukça muhafazakâr mayosunu giymiş denizin yüzeyini okşaya okşaya boyunu aşmayan yerlerde yüzer gibi yapardı (Türkân Şoray’ın oynadığı muhtemel bir rolü icra eder gibi). Kendine yöneltilen cesaretlendirmeleri mahcup bir genç kız edasıyla karşılar, denizden niye bunca çabuk çıktığını soranlara, “Ameliyat oldum ben, bu kadar girmem bile yasak,” deyip kendine sakladığı gizli dertlerinden güç almaya bakardı. Siyah beyaz kalın çizgili bol pantolonu, üzerine siyah tuniğini giymiş başına da oldukça fiyakalı şapkasını takmış halde şimdi ahşap büfenin gerisinde gözlerini süzerek sabah işlerini yerine getirmekte. Sultan’ın kocası Tekin ise her zamanki gibi iki büklüm olmuş, kıyıyı sağdan sola soldan sağa arşınlayarak elden geçirdiği taşlardan seçtiklerini üçer beşer denize fırlatmakla meşgul. Onu yeni izleyen her kim bunu neden yaptığını sorsa belini doğrultur ve taşların şifasından bahsettiği o uzun konuşmasına başlar, karşısındakini hem şaşırtır hem de sorduğuna pişman ederdi. Yaz boyu denize taş atar durur. Onu tanıyanlar bunu artık sormazlar. Karısı ve çocukları uğraşmanın boşa olduğunu anlamış, yıllardır onu kendi haline bırakmışlardı.
Aniden duyduğum bir dış sesle irkildim (ne kadar zamandır kulaklarımı dışarıdan gelen seslere kapatmışım?). Bu arada günübirlik gelen kalabalık aile ağır çantalarını boşaltmış, iştahla kahvaltılıklarının başına geçmişlerdi. Çocuklar denize ilk girişlerini yapmışlar bile, sevinçle annelerin hazırladığı arası tıka basa peynir domates salatalıkla dolu ekmekleri ısırmaktalar, dirseklerinden sular damlatarak. Mayolarını kendi başlarına giymeyi beceremeyen, denize gecikmiş küçüklerse mızırdanıyorlar.
Bir anda Meri Hanımlarla vedalaşmayı atladığımı hatırladım. Acaba gözleriyle beni aramış olabilirler miydi ayrılmadan önce. Telaşla ileriye, plajın kapısına doğru bakındım. Plajdan çıkmışlar, yolun sonunda kaybolmak üzereyken onları gördüm. Meri Hanım’ın çantasını koyduğu omuzu düşmüş, ağır ve yorgun adımlarla önden yürüyordu. Hayko Bey ise havlusunu kıvırmış, rulo halinde boynundan asmış, elleriyle iki ucundan asılmış eşinin iki adım peşinden. Köşeyi dönüp bir bir kayboldular.
Islak mayomu torbasına tıktım, peştamalı üstünkörü katlayıp onu da çantama. Hızlıca giyindim. İçimde bir üzgünlük hali mayalanıyor gibi geldi bana. Gidişlerinde bugüne ait taze yaşanmışlık vardı. Onların olmayacakları bir günü bana düşündürüyordu, o kadar.
edebiyathaber.net (17 Nisan 2025)